Manifold vesilesiyle yaklaşık bir buçuk yıldır haberdar olduğum ve üretimlerinin bir kısmını da yakından takip etme şansı bulduğum Sıla Gurbet projesinin omurgasını mekân, ev, göç, aidiyet, dil, uyum, hafıza, duygu ve beden kavramları oluşturuyor. Sema Aslan ve Seçil Yersel tarafından yürütülen proje, bu kavramlar eşliğinde bir kimlik parçası olarak ismin nasıl bir mekân yarattığı sorusuna yanıt aramaya çalışıyor. 10 Şubat 2023’te Kıraathane’de izleyiciyle buluşan “Kendi Coğrafyam: İsmim Sıla / İsmim Gurbet” isimli sergilerinin öncesinde, Sema Aslan ve Seçil Yersel ile Sıla Gurbet projesi üzerine konuştuk.
Melis: Öncelikle bu uzun soluklu çalışmanın nasıl başladığını öğrenmek istiyorum: Sıla Gurbet projesi nasıl ortaya çıktı?
Seçil: Yersiz yurtsuzluğum hayatımda farklı şekillerde karşıma çıkan, yüzleşmek durumunda olduğum bir hâl. İstanbul’da doğup büyümüş olmama rağmen, şehrin içinde dolanır gezer hâlime hep eşlik eden bir yabancılık hissim, her daim sahip olduğum bir mesafe, bir şaşırma ve alışamama hâlim oldu. İçinde yer aldığım birçok projede olduğu gibi burada da hareket noktası bir ihtiyaca karşılık gelen bir soruya verilmeye çalışılan yanıt arayışı olabilir. Kent içinde arada derede kalmış mekân parçalarının peşinden giden fotoğraf çalışmalarımda da, Oda Projesi sanatçı kolektifiyle yaptığımız mahalle ölçekli çalışmalarda da mekân algısı ve mekânın bireysel ve kolektif yaşantılanma biçimleri her zaman çalışmalarımın merkezinde yer aldı. Sema 2014’te bir e-postada dile getirdi bu proje ilgili düşüncelerini ve ardından devam eden bir yazışma alanı oluştu aramızda. “Gurbet” ve “sıla” kavramlarını sözlüklerden ve akla ilk gelen anlamlarından bir parça uzaklaştırabilmek için bu isimleri sahiplenmiş kişilerin hikâyesini dinlemek ikimizi de heyecanlandırdı. O zaman ben İstanbul’da yaşıyordum. Berlin’de yaşamak uzak bir ihtimal olarak bir kenarda duruyordu.
Sema: Kendi açımdan, kişisel bir kaynağı olduğunu söyleyebilirim. Berlin’de zor bir doğumla dünyaya geldikten sonra, adımı babam koymuş: Kurtuluş. İlk bakışta, kurtulmak fiili, doğumun zorluğuna da işaret ediyor olabilir. Diğer yandan ismim, doğduğum yıl ve dönem itibariyle politik bir oluşumdan izler de taşıyor olabilir. Ancak ben, ailemin politik hareketle ilişkisinin nispeten gevşek olduğunu, uzun yıllara yayılmadığını ya da diyelim bir noktada kesintiye uğradığını biliyorum. Bu nedenle ismin veriliş nedeni hâlâ biraz muamma benim için. Burada esas olan, sekiz yıl taşıdıktan sonra, ismimin bir yaz günü, Türkiye’de, mahkeme kararıyla değiştirilmiş olması. O yaz sonu Berlin’e döndüğümde artık Sema’ydım. Bundan kısa bir süre sonra da ailem Türkiye’ye “temelli dönüş” yaptı. Bu hikâyeyle şöyle bir bağlantı kuruyorum: Çocukluğuma dair anılarım var. Bu anılar, Kurtuluş adıyla yaşadığım dönemi, Sema olduğum dönemden keskin bir biçimde ayırıyor. Berlin’deki Kurtuluş, İstanbul’daki Sema’dan sanki bütünüyle farklı bir insanmış gibi bir duygu, inanç… Temel bir sorgulama bu benim için: Bu iki kişi (bir zamanlar olduğum ben ile daha sonraki ben) arasındaki mesafe isimlerin yükünden mi, coğrafyanın/mekânın bedensel ve zihinsel sınırlarıma müdahalesinden mi yoksa sadece çocukluktan ergenliğe geçişin etkisinden mi belirdi? Bunca yıl sonra bile neden kapanmıyor mesafe? Berlin’de sekiz yaşında bir çocukken dahi korkusuzca başını alıp gidebilen ben, İstanbul’da genç yetişkin dönemimi nasıl oldu da hep biraz uykuda gibi yaşadım? Bachelard “Biz uykuya dalar dalmaz, mekân da zayıf düşüp uykuya dalar,” diyor; mekânın bu uyku hâlindeyken liflerini, bağlarını ve geometrik tutarlılığını yitirdiğinden söz ediyor. Elbette kentlerin kendi dinamikleri olduğunu unutmayarak, yine de çok kısa süreliğine yaşadığım (uyanık çocukluğumun kenti) Berlin’de bugün hâlâ yolumu güvenle ve kolayca bulabiliyorken ömrümün büyük kısmının geçtiği İstanbul’da kent coğrafyasıyla ilişkim böyle değil. Tüm bunların ardında benim için bir Kurtuluş ve bir Sema var. Duygusal içerikleriyle birbirine taban tabana zıt iki isim. İşte bu hikâye üzerine düşünürken, yani isim ve mekânın olumsal ilişkisi üzerine düşünürken, tam da mekânsal çağrışımlarıyla iki isme yönelmek, o isimlerin mekânla bağlantılarını/bağlantısızlıklarını araştırmak… Başka ne tür hikâyeler var? Bu noktada Seçil’le birlikte Sıla ve Gurbet isimli kadınlarla konuşmaya karar verdik.
Melis: Göçle dolaylı olarak ilişkilenebilecek Hasret, Özlem, Vatan, Toprak gibi isimler de varken Türkçeye Arapçadan geçen (belki bir anlamda göçmen olarak da kabul edebileceğimiz) Sıla ve Gurbet isimlerinde nasıl karar kıldınız, niçin bu iki ismi seçtiniz?
Sema: Sıla ve Gurbet, göçü çağrıştırdığı ya da göçle ilişkilendirilebileceği için değil de mekânla güçlü bağlara işaret ettiği için seçtiğimiz isimler oldu. Aslında proje göç başlığını odağında tutmadı. Göç, hikâyelere belki kaçınılmaz olarak ama kendiliğinden sızdı. Bu, ismin kavrama dönüştüğü anda önümüze serdiği güçlü bir nüans. Sıla ve gurbet kavramlarının, Türkiye toplumunun duygusal hafızasında büyük oranda Türkiye-Almanya işçi göçü anlaşmasına referansla yer aldığını gördük. Ailesinde yakın ya da uzak hiçbir göç hikâyesi bulunmayan bir kadın da hemen hemen ilk cümlelerinde Almanya, Almancı, göçmen sözcüklerini kullanıyor ve tersinden de olsa, “Bizim ailede hiç Almancı yoktur, Almanya’yla ilişkimiz yok” açıklamalarıyla, bu geçmişle bağlantılanıyor. Kendine ait olmayan bir tecrübeyle ilişki kuruyor. Tüm söyleşilere genelleştiremeyeceğimiz ancak epeyce sık karşılaştığımız çok güçlü bir duygusal referans bu, çok etkileyici olduğunu düşünüyorum. Bunun istisnası -yine genelleştirme yapmaktan kaçınarak-, Kürt kadınların anlatılarında karşımıza çıktı. Burada gurbetlik ve sıla hasreti, Türkiye içindeki yaşantılara; istihdam, eğitim ve bölgede yaşanan çatışma nedeniyle köy boşaltmalarına referansla ele alınan ve anlatılan kavramlar oldu. Göç bağlamı nedeniyle aktarabileceğimiz bir diğer tepki de Almanya’da yaşayan Sıla ve Gurbet isimlerinin taşıyıcısı kadınların, söze, bir göçmenlik tecrübesine sahip olmadıklarını söyleyerek başlamalarıydı. Göç, anahtar kelimelerimiz arasında hiç olmadığı hâlde, projeyi doğrudan Türkiye-Almanya arasındaki göç hareketine bağlayan reflekse bir diğer örnek.
Seçil: Konumuz kendi başına göç olmadığı için, arayışımız da göçle ilişkili başka isimlere bakmak olmadı. Yola çıkarken “Neresi sıla?”, “Neresi gurbet?”, “Nasıl tanımlanıyor bu kavramlar?” gibi soruların yanı sıra bu iki kavram, sözlük anlamları ve sosyolojik araştırmalardaki yerleri dışında “sıla” ve “gurbet”i bedenleyen, bir isim olarak yaşayan kadınların kendi hayatlarıyla yeniden nasıl şekilleniyor diye bakmak istedik. Söyleşilerimizde katılımcılarımıza “Vatan ve Toprak gibi isimlerin daha çok erkeklere, Sıla ve Gurbet’in de daha çok kadınlara verilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?” sorusunu da sorduk. Bu soruyla aslında tüm kavramlar, tarihçeleri ve gündelik hayattaki kullanımları birbirine bağlanıyor. Toplum içinde kadın ve erkeğe uygun görülen rollerle mekânın, coğrafyanın şekillenmesi ve anlamlandırılması arasındaki bağlar oldukça ilginç; coğrafya algısı ve cinsiyet rollerinin birbirini etkilemesi ve birbirine göre şekillenmesi de önemli. “Sıla” ve “gurbet”in mekân kurucu, duygu durumu yaratıcı tarafları bizim için hep çekici oldu. Ama bir tehlikesi de vardı; o da “gurbet” ve “sıla”nın da tarih, sosyoloji, edebiyat, sinema gibi birçok alanda çok fazla karşımıza çıkan içi anlamlandırılmış ve önden doldurulmuş kavramlar olması. Mesela, 1973 yılında yayımlanan ve sözlerini Özdemir Erdoğan’ın yazdığı Gurbet parçasında:
“Kime desem derdimi ben bulutlar
Bizi dost bildiklerimiz vurdular
Bir de gurbet yarası var hepsinden derin
Söyleyin memleketten bir haber mi var?
Yoksa yârin gözyaşları mı bu yağmurlar?
Söyleyin memleketten bir haber mi var?
Yoksa yârin gözyaşları mı bu yağmurlar?”
Acı, hüzün, uzaklık, yokluk, eksiklik, kavuşma, yol, göç, memleket… gibi birçok kavramı peşinden sürükleyen “sıla” ve “gurbet”e bakarken yaşayan güncel hikâyelerdeki hâli bize hep yeni alanlar açtı.
Melis: Nedense başından beri göç kavramının projeye dahil olduğunu düşünmüştüm. Belki göç kavramı temelde hareketle ilişkili olduğu için böyle düşündüm. Çünkü sıla ve gurbet de etimolojik olarak mekândan ziyade hareketle ilişkili iki kelime. Köken olarak gurbet ayrılma; sıla da kavuşma/buluşma fiilleriyle ilişkiliyken gündelik dilde mekândan bağımsız kullanılmadıkları da bir gerçek. Projeniz sayesinde bu iki kelimenin birbirleriyle olan ilişkisi dikkatimi çekti: Bir kavuşmanın olabilmesi için öncelikle bir ayrılık gerekiyor. Ayrılabilmek için de bağlanılmış bir nesne ya da mekân olması gerekiyor. Sizce önce hangisi vardı? Gurbet olmasaydı sıla olur muydu? Sılaya sonradan yüklenen “memleket” anlamı buralardan geliyor olabilir mi? Hiç bu iki kelimenin birbirini var eden ve adeta anlam dairelerini genişleten ilişkisi üzerine düşündünüz mü?
Sema: “Göç nedir? Aslında harekettir.” Bu cümle, konuştuğumuz kadınlardan birine ait. Söyleşimizde, cümleyi insanların, bitkilerin ve eşyaların hareketiyle birlikte ele alarak tamamlıyordu. Çoğu hikâyede gördüğümüz, bu hareketin bir varış noktası olduğuydu. Bu açıdan düşündüğümde, bir mekân yaratma, kendine bir mekân kurma fikriyle birlikte, özündeki hareket pratiğine rağmen belki de “evcil” bir yanı var bu kavramın. Hareket gücünden başka, bir yeteneği daha var yani: Bir zaman ve mekân kurabilmesi. Evin içinde ev kurmak belki; aynı evin içinde bir odanın sıla, diğerinin gurbet olabilmesi gibi… Ya da çocukları, çocukluğu düşünüyorum: Bir masanın altında zamandan ve mekândan soyutlanarak vakit geçiren çocukları, masa örtüsünün paravan olmasını ya da dış dünyaya bir sınır çizmesini… Çocuğun tam o anda, o korunaklı alanda “kendiliği” ile sımsıkı olabilmesini… Buradan doğru, bir de tabii kafamın içini düşünüyorum, kafa sesimi. “Ne zaman evimizdeyiz?” sorusunu kendime sorduğumda, cevabım hep “Kendi kafa sesimi duyabildiğim zaman,” oluyor. Kendin ile kavuşmak, kendine kavuşabilmek bu. Gurbet ve sılanın bu projede bize hareketten de önce mekânı çağrıştırması, belki de bundandır; kendimize, kendi hikâyemize, kendi mekânımıza odaklanmış olmamızdandır. Kastettiğim, çoğul bir kendilik tabii.
Melis: Birlikte çalışmaya karar verdikten sonra nasıl bir yol izlediniz? Projenizin bugüne kadar gerçekleştirdiğiniz farklı aşamalarından biraz bahsedebilir misiniz?
Seçil: Herhangi bir destek ve fon almadan başlamış ve devam etmiş bu proje, kendi ritmimizde ve olanaklarımızda geniş bir zamana yayıldı. Önceliğimiz öyle ya da böyle söyleşileri gerçekleştirmek oldu. Projenin her bir aşaması aslında “İsmi Sıla ve Gurbet olan kişileri arıyoruz” cümlesinin etrafında şekillendi. Bu kişileri bulunca da söyleşi talebini dile getirirken, kadın ve mekân ilişkisi üzerine çalıştığımızı söyleyerek ilerledik. Sorularımızın cevapları o an ortaya çıksın ve o ilk karşılaşmada gurbet ve sıla üzerine aniden düşünülsün istedik. Deşifrelerini de kendimiz yaptığımız bu söyleşilerin; bir kitap, bir sergi, hatta bir performansa dönüşmesi üzerine düşündük. Söyleşilerin tamamının değil, içinden seçtiğimiz bölümlerin Manifold’da [1]manifold.press/indeks/sila-gurbet-projesi yayımlanmasıyla daha önce yan yana gelmemiş olan Gurbet ve Sıla’lar birbirleriyle konuşmaya başladılar. Böylece ortaya, birbirinden bağımsız olarak birbirine bağlanan bir “gurbet sıla” yaşam öyküsü ve kurgusu çıktı.
Sema: Bu süreçte Seçil Berlin’e taşınmıştı. Mekânsal uzaklığımızı projeye yansıttık. Almanya ve Türkiye’den kadınlara, kendi mekânsallıklarımızı da düşünerek ulaşmak, her söyleşide kendimize ve bir aradalığımıza da dönüp bakmak imkânını yarattı galiba. Arkadaşlarımız, komşularımız, akrabalarımız aracılığıyla, ayrıca sosyal medya üzerinden ulaştığımız Sıla ve Gurbet isimli kadınlara projeyi en genel çerçevesiyle aktararak, onları söyleşiye davet ettik. Mümkünse, proje hakkında detaylı bilgi paylaşmamayı tercih ettik. Biz de kadınların büyük bir bölümü hakkında hiçbir şey bilmiyorduk öncesinde. Karşılıklı bir tanımama ve tanışma hâli vardı yani. Söyleşilerde sadece ses kaydı aldık. Kadınların kimliklerine dair ayrıntıları projenin dışında tuttuk. Yaşları, meslekleri, eğitimleri, etnik kimlikleri ve benzeri bilgiler, söyleşiler sırasında ve bazen ortaya çıktı.
Melis: Manifold’daki metinlerinize eşlik eden Berlin ve İstanbul’daki sokak etiketlemeleri de bu mekânsal uzaklığın bir yansıması olarak mı ortaya çıktı? Bu etiketlemelerin nasıl bir amacı vardı?
Sema: Etiketler başından beri çatapatları (80’ler Türkiyesi’nde yaygın olan ve yere sürtüldüğünde kıvılcım çıkararak patlayan bir çocuk oyuncağı) düşündürüyor bana. Sokakta çatapat patladığında bir an dönüp bakarsın, sonra devam edersin. Bu etiketler projeye biraz böyle bir etkiyle bakılsın istediğimiz için de projenin bir parçası oldu. “Sıla” ve “gurbet” kavramlarıyla ansızın karşılaşma. Bu ani ve beklenmedik karşılaşmadan sonra belki herkesin kendi sıla ve gurbetliği üzerine düşünme ihtimali, sokak etiketlemelerinin amaçlarından biriydi. Bir ihtimal, Seçil’le aramızdaki mekânsal uzaklığı aşmanın da bir yoluydu. Etiketlerin yapıştığı yerle, zemindeki/fondaki birikimle ilişkisi başlı başına bir hikâye anlatıyordu bazen. İşte öyle anlarda aramızdaki mekânsal uzaklık sanki bir oyuna dönüşüyordu. Kendimize, kendi hikâyemize, projeye, “sıla” ve “gurbet” kavramlarına bakıyorduk dönüp dönüp.
Seçil: Gurbet ve sıla kelimeleri Berlin’de ve İstanbul’da yayıldılar ve ara ara da yayılmaya devam ediyorlar. Bu kelimeler Berlin’de bir sokakta ve İstanbul’da bir sokakta nasıl tınlıyorlar? Bu kavramlarla bu iki şehirde karşılaşmanın anlam çeşitliliği ve çağrışım bolluğu nedir? Her bir kelime, ona denk geldiğimiz yerde ve yerle yeniden anlamlanıyor diye düşünüyorum, bu etiketleme fotoğraflarına bakarken. Biz bu kavramlara kadın bedenlerinden yola çıkarak baktık ve bir de onlara sokaktaki hâlleriyle bakmak istedik. Şehir yüzeyi bir metin alanı ve bu metin alanına iki kelime de biz ekledik diye düşünüyorum. Gerisi bunlarla karşılaşanların hayatlarına dahil ettiği anlamlar.
Melis: Etiketlerin kent içerisinde kapladığı alanı ve ateşlemek istediği o küçük kıvılcımı düşünecek olursak çatapat oldukça ilginç ve anlamlı bir metafor; keza bir kelimenin kent mekânında nasıl tınladığının peşine düşmek de. Aslında sadece bu etiketlemeler yoluyla projenizden haberdar olan birileriyle konuşabilmek de güzel olurdu, sokak etiketlemelerinin etkisini anlamak bakımından. Peki,söyleşi sorularınızı belirlerken ele almayı düşündüğünüz kavramlar nelerdi? Söyleşi sürecinde katılımcıların anlatılarında dikkatinizi çeken ve böylece yeni eklenen kavramlar oldu mu?
Sema: En baştan itibaren bir omurgamız vardı. İsimlerin veriliş hikâyelerine bakacaktık. Kadınların bu hikâyeleri ne kadar hatırladıklarına ve hikâyeleri düşündükçe açılacak çağrışım alanlarına. Bu esnada galiba karşımıza çıkan kavramlardan biri “köklenme” oldu. Sılanın yer-yurt anlam dünyası (belki de doğallıkla) bunun nedeni olabilir. Köklenme, geniş bir alan açıyor tabii. Köklenme kavramıyla mesafenin altını çizen kadınların bazısı, belki tam da söyleşiler esnasındaki hatırlama ve düşünme eylemi nedeniyle köklenmeyi ele aldı, tanımladı, hatta kökünü kurguladı. Köklenme, buradan bakınca ihtimaldir ki sadece geçmişe/geçmişimize değil, (Hannah Arendt’ten ilhamla) şimdiye/şimdimize ve geleceğe dair bir kavram ve eylem olarak da okunabilir. Sergi kapsamında yer verdiğimiz ve Seçil’in kaydettiği bir videoda, su birikintisine yansıyan bir ağaç görüyoruz. Kökleri yerin altında olan ağaç imgesinin mesela edebiyattaki ilk örneklerinden biri Odysseia’da karşımıza çıkıyor. Odysseus, nihayet evine vardığında yaptığı yatağı kimsenin yerinden oynatamayacağını söylüyor; kimse yerinden oynatamaz çünkü o yatağı sık yapraklı bir zeytin ağacının etrafında yapmıştır. Hatta yatak (aslında) zeytin ağacının içindedir. [2]Barbara Cassin, Nostalgia: When are We Ever at Home?, Fordham University Press, 2016. Ama işte dalları köklere benzeyen ağaçlar da var. Söyleşi yaptıklarımız arasında köklenmek üzerine olduğu kadar, gezmek üzerine düşünen kadınlar da var; dolayısıyla bir diğer kavram “gezmek” olabilir. Ya da bir başka yorumla “köklenmemek.” Agnes Varda’nın Yersiz Yurtsuz’u (Sans Toit ni Loi) geliyor aklıma. Ve bir de dil meselesi. Bu, hepsinin değilse de hem Almanya’dan hem de Türkiye’den kadınların düşündüğü ve ifade ettiği başlıklardan biri oldu. Sılada ya da gurbette hissetmekle dil arasındaki ilişkinin yakınlığını, çok yakınlığını vurgulayan bir ifade edişten söz ediyorum.
Seçil: İlk sorumuzda “gurbet” ve “sıla”yı tarif etmelerini istedik. Bu ilk soru bildikleri, duydukları, hatta dinledikleri, izledikleri “gurbet” ve “sıla” kavramlarıyla kendi varlıklarının arasına bir mesafe koymaya yarayan, hafif gülümseten, bazen tedirgin eden, heyecanlandıran ve düşündüren bir soru oldu. İlk hareket ettiğimiz sorulara zamanla başka sorular da eklendi; bunlardan bir tanesi “Sıla ve gurbeti ses, renk, doku ve biçim olarak tarif etmek isterseniz ne dersiniz?” idi. Bu soru ile o zamana kadar kendi hayatlarıyla bir şekilde bağlanmış bu kavramların bir tür soyutlamasına ulaşmaya çalıştık ve buralarda da gördük ki aslında; sözlük ve tahmin edilen anlamları aşan çok başka kavramlar ve denklikler var. Ve buralardan hareket ettiğimizde başka coğrafyalara ve mümkünlüklere açılabiliriz. Kadınların hikâyesinde isimlerinin Gurbet ve Sıla olmasının onlarda yarattığı bir muhasebe alanı olduğunu gördüm. Belki ismi İpek olsa bu kadar kendi varlığını, ev ve memleketiyle kurduğu ilişkiyi sorgulamayacaktı diye de düşündüm. Kadınların içinde ismi verenlere dönüp “Neden bana Sıla -ya da Gurbet- adını verdin?” diyen çok olmuş. İsimleri ve hayatlarını yaşama biçimleri arasındaki paralellik ya da gerilimi, hatta buna ağırlık da diyebiliriz, hisseden çok olmuş.
Melis: Söyleşilerdeki sıla ve gurbet tarifleri daha çok görsellik içeriyordu diye hatırlıyorum. Ses, tat, doku ve koku içeren tarifler daha azdı sanki. Yanılıyor muyum? Kokunun mekân ve hafızayla çok güçlü bir bağı olmasına rağmen söyleşilerde sadece bir kişi bahsediyordu galiba. Gurbetin var mıdır bilmiyorum ama sılanın mutlaka kokusu vardır gibi geliyor bana. Tariflerde sizin fark ettiğiniz başka tür bir yoğunlaşma var mıydı?
Seçil: Söyleşi bittiğinde kişilerden bize sıla ve gurbeti çağrıştıran birer fotoğraf göndermelerini istedik. Anlamı bir imgede toplama çabası, bazen uzun bir söyleşiden daha zor ama yoğun olabiliyor. Sıla ve gurbeti konuşurken de yola kişilerin kendi tarifleriyle çıktık, ardından hayatlarındaki anlamına geldik, arada kelimenin köklerine ve genel kabul gören anlamlarına ve kullanımlarına baktık. Kimi zaman filmlerdeki, kitaplardaki karşılıklarına uzandık. Bir noktada bu kadar özyaşamöyküsel alandan o kişinin bir tür soyutlama yapmasını ve gurbet ile sılayı ses, koku, renk, biçim olarak tarif etmesini istedik. Bu genelde zorlanılan ya da çok hızlıca cevaplanabilen bir kısım oldu. Mesela bir tarifte “Gurbet’in bana göre sesi, sessizlik. Rengi, kahverengi çünkü koparılmışlık var. Kokusu, toprak. Biçimi, kesinlikle uçsuz bucaksız ovalar. Sıla zor, çok içime aldığım bir şey değil. Sıla-gurbet kelimesi insanın bir tür koparılmışlığının, yalnızlığının karşılığı” ya da “Direkt aklıma kırmızı geldi, belki Amasya aklıma geldi, belki köyümüz Alevi köyü, kırmızı rengi baskın, ama bir yandan da Alevi kimliğini pek taşımıyoruz; koku olarak yağmur kokusu, yeni yağmış nemli bir koku, belki bu da Samsun yüzündendir, annemle kaldığımız süre boyunca hep yağmurlar yağdı, biçim olarak, biçimi zor, belki gölge gibi olabilir, gölgenin biçimini pek göremedim ama; ses olarak mekanik bir ses, radyo sesi gibi, anneannem her evinde radyo dinlerdi hep, anneannemi de çok severim. Radyoda türkü çalıyor, sıla mı gurbet mi o radyoda çalıyor.”
Melis: Manifold için söyleşileri birbiriyle konuşur hâle getirdiğiniz yazma sürecinin projenize nasıl bir katkısı oldu? Bu süreç sizler için yeni bir alan açtı mı?
Sema: Manifold, deneysel bir alan açtı bize. Hikâyelerdeki benzer ve benzemez vurgular ne anlama geliyor, bunun cevabını bulmak, hatta aramak da değildi niyet. Zaten -baştan niyet de etmediğimize göre- böyle bir “sonuç” da yok elimizde. Ama bir ritim var, bir hikâyeden diğerine yaylanmak var; mesafelenmek, yaklaşmak, hatırlamak, şaşırmak ve kendi sınırlarına çekilmek anlamında genişlemek ve daralmak. Birbirine zıt anlamlı olduğu söylenen -ki burası biraz bulutlu bir alan- sözcükler bunlar. Fakat bir yandan da bazen sanki birbirinin ikâmesi olarak kullanılıyorlar. Ya da katılımcı kadınlardan birinin ifadesiyle “Uzakta olmak ve olunmayan uzak” cümlesindeki gibi başka türden bir hasretliği ifade ediyorlardır? Heimweh (sıla özlemi) ve Fernweh (uzak hasreti) gibi.
Melis: Bulutlu bir alan olarak tarif ettiğin bu zıtlığın nedeni her iki kelimenin gizli bir noktası olması belki de. Özlem ya da hasret tüm sözlüklerden kaçıp, gelip sıla ile gurbetin içine yerleşmiş, tüm anlamını ve ağırlığını bu iki kelimeye akıtmış gibi. Ben de şimdi sen söyledikçe bunu fark ediyorum. Üzerine düşündükçe başka ortaklıklar, zıtlıklar ve yepyeni katmanlar ortaya çıkacaktır, tıpkı proje sürecinizde olduğu gibi.Peki, bir sergi yapmaya nasıl karar verdiniz? Sergi sürecinden ve serginin içeriğinden biraz bahsedebilir misiniz?
Seçil: Sergi parçalarının ne olacağını bilmeden önce de projenin yeni başladığı zamanlarda, aklımızda bir sergi fikri vardı. Bir şekilde yazı alanı dışına çıkabilecek bir kurgu öngörmüştük. Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde yer alan “Kendi Coğrafyam: İsmim Sıla / İsmim Gurbet” isimli sergi birkaç parçadan oluşuyor: Bizim seslendirmemizle birbirleriyle konuşan Gurbet ve Sılaların bu karşılıklı diyaloglarından ortaya bir anlatı çıkıyor. Örgüsü karmaşık, çok aktörlü bu anlatıda, kim Gurbet kim Sıla, kim kimin hikâyesinde belli değil, böylelikle bir duygulanım alanına da geçebiliyoruz diye düşünüyorum. Gurbet ve sılanın bir coğrafyası oluşuyor bu sesleri dinlerken. Bir ekranda, söyleştiğimiz kadınlardan istediğimiz -kendileri için gurbet ve sılayı temsil eden- fotoğrafların farklı yan yana gelişlerinden ortaya çıkan bir video var. Sema ile eş zamanlı İstanbul ve Berlin sokaklarında yaptığımız etiketleme çalışmasına ait fotoğraflar da başka bir ekranda. Bu iki ekran ve ses alanı tek bir mekânda bir kurgu içinde işlerken; yan odada başka bir videoda, kadınların ses, biçim, koku ve renk olarak gurbet ve sılaya verdikleri karşılıkların yer aldığı bir başka video var.
Melis: Söyleşinin başındaki sözlerinizden bu projenin her ikiniz için de oldukça kişisel bir çıkış noktası olduğunu anlıyorum. İçsel bir vesileyle başlayan, zaman içinde formu değişen ve uzun yıllara yayılan bu tür çalışmaların yaratıcıları üzerinde dönüştürücü bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Sıla ve Gurbetlerin hikâyelerine eşlik ederken, kendi hikâyelerinizi de yeniden değerlendirdiniz mi? Geriye dönüp baktığınızda tüm bu sürecin sizlerde ne gibi dönüşümlere vesile olduğunu merak ediyorum.
Sema: Kişinin, kendi hikâyesi üzerine düşünme biçimiyle ilgilendiğimi fark ettim proje süresince. Nasıl düşünebilirim kendi hikâyemi? Düşünmeyi edimselliğiyle gördük konuşmalarda. O andaki düşünmeyi yani. Kendi üzerine düşünmenin sanki kurgusal bir gücü var, hissettiğim buydu. Ve ben odaklanmanın kolay olmadığını, hazır cevaplarımın bulunmadığını, mekânla ilişkimin sürekli dönüştüğünü ve yine de hep bir mekân aradığımı, bir şeyi başka bir şeyle “kaynaştıramayacağımı”, Kurtuluş’un hikâyesinin sadece bana ait olmadığını, diğerlerinin de bir Kurtuluş’u olduğunu… diyelim ki bir çırpıda fark ettim. Aynı sorular bana sorulsaydı, cevap veremeyeceğimi düşündüm sık sık. Belki de bu türden bir düşünmeye kalkışamayacağımı, bu derinlikli ve harekete geçirici gücü kendimde bulamayacağımı varsaydım. Elbette tamamıyla kendine ait bir mekânı olan geçmişteki hikâyeme bazen çok bağlı olduğumu, bazen de tası tarağı toplayıp kafamın içine yerleştiğimi, sadece kafamın içine yerleşmek istediğimi gördüm.
Seçil: Söyleşi sorularını hazırladık, söyleşileri yaptık ve deşifre ettik. Tüm bunların içinde bilfiil aktif olmak her ikimiz için de çok yoğun deneyimler oldu. Her bir söyleşiyi dinlerken, her bir kadının birbirine nasıl bağlı, her birimizin birbirine ne kadar bağlı olduğumuzu düşündüm. Yersiz yurtsuzluğumun bir Seçil olma hâli dışında, bir kadın olma hâliyle de ilişkilendiğini fark ettim. Hele ki İstanbul’da başlayan projenin, ben Berlin’e taşınınca da devam ediyor olmasıyla; özellikle sıla ve gurbet hâlinin okumalarım dışında, hayatımın içinde de kendine bir yer açmasına sebep oldu. Berlin’de her gün yürüyüş yaptığım sokak ve park güzergâhına da yapıştırdığım gurbet-sıla etiketleri ile bir hafıza sürekliliği ve kaybolmama yolu oluşturdum kendime (ve bilmeden başkalarına). İstanbul ve Berlin’in bu etiketler üzerinden de birbirlerine bağlı olduklarını biliyorum artık. Projenin her aşamasında defalarca dönüp okuduğum Nurdan Gürbilek İkinci Hayat kitabında şöyle diyor: “İnsan Heimat’a sırtından kolayca atamayacağı bir bagajla, bir Geheim yüküyle doğar. Kişisel hikâyemiz daha biz doğar doğmaz başkalarının hikâyelerine çoktan karışmıştır.” [3]Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat, Metis Yayınları, 2020, s. 57.
Melis Cankara, Seçil Yersel, Sema Aslan
Referanslar
↑1 | manifold.press/indeks/sila-gurbet-projesi |
---|---|
↑2 | Barbara Cassin, Nostalgia: When are We Ever at Home?, Fordham University Press, 2016. |
↑3 | Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat, Metis Yayınları, 2020, s. 57. |