[1]Elinizdeki yazı, aynı isimli filmin senaryosunun özetidir ve şu makaleyi temel alır: Ivana Marjanović, “Contention of Anti-Romaism as a Part of the Process of the Decoloniality of … Continue reading
Üniversite ve olimpiyat sözcüklerinin bileşiminden oluşan ve iki yılda bir düzenlenen Universiade [Dünya Üniversite Oyunları], Olimpiyatlar’dan sonra dünyanın en büyük spor aktivitesi. 25. Universiade, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da Temmuz 2009’da gerçekleşti. Sırbistan aynı tarihlerde Decade of Roma Inclusion [Roman Katılımının Onyılı] adlı, Romanların sosyoekonomik statüsünü geliştirmeyi ve topluma katılımlarını sağlamayı hedefleyen bir uluslararası inisiyatifin dönem başkanlığını sürdürüyordu. Decade of Roma Inclusion bünyesinde Avrupa entegrasyon kuruluşları, küresel finansal aktörler, STK’lar ve ulusal hükümetler yer alıyor.
Decade ve Universiade organizasyonlarının çakıştığı bu tarihlerde ön plana çıkan belirli olgular, Sırbistan ve Avrupa’daki gerçekliği resmetti ve günümüzde Romanların maruz kaldığı ayrımcılığın tipik bir örneğini sundu – söz konusu ayrımcılık, sosyal dokuyu ve onun kurumlarını böylesine derinlemesine ve sistematik bir biçimde kestiği için yapısal ve kurumsallaşmış bir ayrımcılık olarak tanımlanmalı.
Bahis konusu olayları ele almadan önce, uluslararası sözleşmeler ya da millî anayasalar tarafından düzenlenen insan haklarına atıfta bulunmamızın mümkün olmadığı, zira mevcut dünya düzeni tarafından güvence altına alınmış evrensel insan hakları diye bir şeyin var olmadığı konusunda net olalım. Kimin insan olma hakkına ve dolayısıyla insan haklarına sahip olduğunu, kimin olmadığını belirleyen tek güç, sermayenin iktidarı ve bununla bağlantılı olarak egemenliğin iktidarıdır.
Sırbistan’da spor millî bütünlük ve millî gururun anahtar unsurlarından biri addedilir. Sporcular Sırp üstünlüğünün uluslararası elçileri olarak görülür. Romanlarsa, Sırp millî varlığına yönelik bir tehdit olarak kurgulanır ve maruz kaldıkları ayrımcılığın görünürlüğünün Sırp milletinin uluslararası imajını tehdit ettiği düşünülür.
Temmuz 2008 ila Temmuz 2009 tarihleri arasında, Roma Decade kuruluşunun dönem başkanlığını Sırbistan yürüttü. Haliyle Sırbistan’ın bu yıl boyunca, Romanların maruz kaldığı ayrımcılığı gidermek için ve bölgede yüzyıllardır süren Roman karşıtlığının etkilerini azaltmak için ciddi çaba sarf etmesi beklenirdi. Oysa bunun tam tersi gerçekleşti. Decade‘in hedeflerinin tamamen gözardı edildiğine, hatta Belgrad’daki yetkililerin, vatandaşların ve medyanın ayrımcılık dozunu artırdığına şahit olduk. Bu süreçte, kamuoyunun dikkati tamamen Universiade adlı uluslararası spor etkinliğine yönelmişti.
Universiade‘a katılacak sekiz bin uluslararası sporcuyu ve yetkiliyi ağırlamak için gerekli altyapının bulunmaması nedeniyle Belgrad belediyesi özel bir yatırımcıyla, yani Blok 67 Associates adlı çokuluslu konsorsiyumla anlaşma yaptı. Konsorsiyum iki şirketten oluşuyor. Delta Real Estate adlı birinci şirket, Sırbistan’ın en büyük kodamanlarından Miroslav Mišković’e ait. Mišković, servetini eski Slobodan Milošević rejimine ve onun savaş politikalarına yakınlığına borçlu. İkinci şirketse, Doğu Avrupa piyasalarını sömüren çok sayıdaki Avusturya bankasından biri olan Hypo Alpe-Adria-Bank. Bu özel yatırımcılar, belediyenin temin ettiği arazi üstünde Belville adlı bir bina kompleksi inşa etti. Belville Fransızcada “güzel kent” anlamına geliyor. Binalar Universiade esnasında yabancı konukları ağırlamak için kullanıldı ve etkinliğin ardından daireler, mağazalar ve ofisler konsorsiyumdan satın alınmaya hazır durumdaydı. Belville, yine Miroslav Mišković’in sahip olduğu Balkanlardaki en büyük alışveriş merkezi olan Delta City’nin yanı başında, stratejik bir konuma sahipti. Universiade‘ın uluslararası konukları boş zamanlarının çoğunu alışveriş merkezinde alışveriş yaparak geçirdiğinden, bu yakınlık ilave kâr anlamına geliyordu.
Yüzyıllardır Avrupa’da yaşayan Romanları, kıtanın asli unsurlarından biri olarak görmek gerekiyor. Romanlar, ulus kavramı kurgulanmadan çok önce Avrupa’ya yerleştiler; dolayısıyla onların neye dayanarak “katılımının sağlanması”, dahil edilmesi gereken bir dış unsur olarak görüldüğü sorusunu sorabiliriz. Bu nedenle, Decade of Roma Inclusion tarafından ortaya atılan katılım mefhumu bir paradoks gibi gözüküyor. Ancak iktidarın nasıl işlediğine ve sömürgeciliğin [coloniality] (Quijano 2007) kapitalizme ne derece içkin olduğuna baktığımızda, ortada bir paradoks olmadığını fark ediyoruz.
Belgrad’da yüz binlerce vatandaş “enformel yerleşim” denen ve hükümet düzenlemelerine tabi olmayan birimlerde yaşıyor. Bu birimlerin Belgrad’ın yerleşim bölgesinin %43’ünü kapsadığı belirtiliyor. Her ne kadar aynı hukuki statüde bulunsalar da, Roman olmayanların yaşadığı enformel yerleşimlerle Romanların yaşadığı enformel yerleşimlerin çoğu arasında nitel anlamda müthiş bir uçurum var: Roman yerleşimleri sürekli yıkım tehlikesi altında ve formel bir statüye kavuşma şansından yoksun. Bu faktörler ve yoksulluk düzeyi, çoğu enformel Roman yerleşimini birer varoşa [slum] çeviriyor.
Ne zaman bir varoşta yıkım olsa, gerek yetkililer gerekse medya, ırkçılığın ve ayrımcılığın tarihini ört bas ediyor. Romanların neden sefil koşullarda yaşamaya itildiği ve sosyal dokudaki ayrımcılığın neden bu denli şiddetli olduğu sorularını sormuyorlar. “Nüfusun çoğunluğu” denen kesimin düşünce tarzının ne denli ırkçı köklere sahip olduğundan ve bu ırkçılığın nasıl çoğu Romanın düzenli eğitime, yasal bir işe, sosyal güvenliğe ve elverişli barınma koşullarına erişmesini engellediğinden bahsetmiyorlar. Ortalama bir Romanın ortalama bir Roman olmayan vatandaştan neden yedi kat yoksul olduğunu ve neden onun yarısı kadar tahmini ömrü olduğunu, neden Romanların hayatta kalmak için çöp kutularını karıştırmak durumunda olduğunu ve nasıl Avrupa’dan silindiği sanılan hastalıklara kurban gittiğini sormuyorlar. Sırbistan’daki Romanların sürekli olarak faşist grupların saldırılarından ya da polis şiddetinden korktuklarını, dövülerek öldürüldüklerini ve evlerinin kundaklandığını dile getirmiyorlar; temel yasal belgelerden yoksun bırakılan Romanların hukuk dışına itildiğine ve dolayısıyla vatandaşlık ve sivil haklar açısından tamamen görünmez kılındıklarına da değinmiyorlar.
Günümüz Avrupa’sındaki ırkçılığı inceleyen Manuela Bojadžijev şöyle diyor: “Yahudi düşmanlığı gibi, yeni ırkçılık da, nesnesini kurgulayan ve yapılandıran ideolojik bir pratik. Bu varsayım önemli bir zorluk çıkarır karşımıza: Irk gibi, var olmayan bir olgu; birey, grup, kurum ve devletlerin farklı praksis biçimleri kanalıyla mevcudiyet kazanıyor ve böylelikle bir gerçeklik, sosyal ilişki ve politika haline geliyor. Irk denen kurgu, jestler, ritüeller, imgeler, metinler gibi geniş bir dizi anlatı kanalıyla üretiliyor. […] Etnisite ve ırk -Adorno’nun bir metaforunu ödünç alırsak – bir söylentidir; kâh Yahudilerle ilgili, kâh göçmenler ya da mültecilerle ilgili bir söylenti.” (Bojadžijev 2006).
Roma Decade ve Universiade ekseninde gerçekleşen olayları anlamak için, hâlâ insan ilişkilerinin mekanizmalarını belirleyen unsur olan kapitalist sömürünün özüne dönmemiz gerekiyor. Kapitalist sömürünün özü, kapitalist ilerleme ve Batı Avrupalıların gelişimi adına yürütülen sömürgecilik ve köleciliğin tarihidir. Kolonyal tarih, asırlar boyunca Avrupa’daki bilgi üretimi -örneğin okullar, üniversite ders kitapları, ansiklopediler ve sanat eserleri- tarafından normalleştirildi ve normalleştirilmeye de devam ediyor. Sömürgecilik bu şekilde aleladeleştiriliyor; dolayısıyla Avrupa’nın ilerlemesi ve modernite adına yürütülen acımasız sömürü, kitlesel kırımlar, köleleştirme ve mülksüzleştirme olarak anılmıyor da, geri kaldığı söylenen bölgelerin modernizasyonu olarak, baharat ticareti, coğrafi keşifler ya da Hıristiyan misyonerliği olarak meşrulaştırılıyor.
Delta City alışveriş merkezinin ve Belville spor köyünün inşası, yıkımla başladı. Her iki bina kompleksi de, inşaatın başlamasından önce yerle bir edilen Roman yerleşimlerinin kalıntıları üzerinde yükseldi. Öncelikle, alışveriş merkezi inşaatı arifesinde bölge sakinleri evlerinden atıldı. Pek çoğu birkaç yüz metre öteye yerleşti. İki yıl sonra, Belville‘in inşaatından önce, yeni yerlerinden de kovuldular. İki tahliye de kamuoyunun ilgisini hiç çekmedi, itiraz eden kimse olmadı. Nihayet, Universiade‘ın başlamasından önce Belville etrafındaki arazinin topyekûn temizlenmesi amacıyla, yetkililer Roman yerleşiminin geriye kalan son parçalarını da 2009 baharında yerle yeksan etmeye karar verdiler.
Sırbistan’daki Romanlar, sermayenin çıkarları uyarınca örülen ve ölüm-siyaseti [necropolitics] (Mbembe 2003) terimiyle ifade edebileceğimiz bir devlet siyaseti ağına yakalanmış durumda. İlgili yetkililer ve işadamları hükmetme bilgilerini 1990’lı yıllarda Milošević’in turbo-faşizmi (Papić 2002) bünyesinde edindiler. Etnik temizlik ve soykırım ideolojisinin kalıntıları hâlâ Sırp siyasetini belirlemeye devam ediyor ve taraftarları Sırp parlamentosunda ve hükümetinde temsil ediliyor. Universiade arifesindeki iki hükümet inisiyatifini ele alırken bu sürekliliği akılda tutmamız şart. Bu inisiyatiflerden biri, Çevre ve Mekân Planlama Bakanlığı tarafından hayata geçirilen bir kampanyaydı. Kampanyada, popüler bir Sırp sporcu olan, kötü ün sahibi milliyetçi Novak Djoković tenis raketini bir süpürge gibi savurup, hemşerilerine “Haydi Sırbistan’ı Temizleyelim!” çağrısında bulunuyordu. Ölüm-siyaseti güden hükümetin diğer inisiyatifi ise Belville yakınındaki Roman yerleşimini silmeyi amaçlayan mekân planıydı.
Hükümet kampanya kapsamında tüm Belgrad’daki dev billboard’ları doldururken, medya ve politikacılar da tipik bir ırkçı propaganda kanalıyla Sırbistan’daki geniş Roman karşıtı mutabakata hitap etmek suretiyle yerleşimin tahliyesine zemin hazırladı.
Medya, sözde bir gecede ortaya çıkan ve giderek kontrolden çıkan, karşıt bir Çirkinkent [Uglyville] imgesi inşa etmeye odaklandı. Universiade‘ı organize eden Uluslararası Üniversite Sporları Federasyonu’nun etkinliğin başlamasından önce bu tatsız görüntünün ortadan kaldırılmasında ısrarcı olduğu yolunda haberler yapıldı. Bir meselenin altı iyice çizildi: Romanların, Belgrad’ın ve Belville‘in tüm dünyaya sunulması amaçlanan güzel imajını kirletmesine izin verilmeyecekti.
Kolonyal geçmiş bugünü belirliyor. Normalleştirilmiş olan bu geçmiş, Birinci kapitalist Dünya’da ve dışında, göç politikaları, küreselleşme, borç köleliği, doğal kaynakların müsaderesi ve günümüzdeki savaş ve işgaller kanalıyla sürekli canlı tutuluyor. Bu sürecin asli teknolojisi olan kolonyal iktidar ve ırkçılık matrisi, sadece Avrupa dışında değil Avrupa’nın bağrında da işliyor. “Beyaz Hıristiyan” denen ve en değerli insanlar olarak kurgulanan kategoriye girmeyen herkesi boyunduruk altına alıyor.
Kamuoyu bir kez hazırlandıktan sonra, operasyon artık başlayabilirdi. Nisan ayında bir gün sabahın erken saatlerinde çok sayıda buldozer polis gözetiminde yerleşim sakinlerinin tahliyesine başladı ve 40 kadar evi yıktı. Romanlar için yıkım hiç beklemedikleri bir anda gelmişti. Çoğunun yıkılmak üzere olan evlerinden şahsi eşyalarını almasına bile fırsat verilmedi.
Koyu derili bir halk olarak kurgulanan ve pagan oldukları varsayılan Romanlar, başından beri Avrupa modernitesi ve Aydınlanması’nın kolonyal iktidar matrisi tarafından hedef alındılar. Yüzyıllar boyu Avrupa’daki krallıklar, kutsal imparatorluklar, totaliter rejimler ve demokrasiler sayısız ferman ve kanun çıkarıp onları işkenceye tabi tuttu, sürdü, köleleştirdi, kovdu ve yok etti. 16. yüzyıl sonrası dönemde İngiltere ve Romanya’dan tutun da Nazi Almanya’sı ve günümüz Avrupa’sına kadar çok sayıda örnek bulmak mümkün. Romanlar Hıristiyan manastırları ve diğer feodal yönetimler tarafından esir edildi; çok sayıda ülkeden sürüldüler; kızgın demirlerle dağlandılar; dillerini kullanmaları ve kendi aralarında evlenmeleri yasaklandı; Habsburg İmparatorluğu döneminde çocukları kaçırıldı ve Katolik ailelerce yetiştirildi; Naziler tarafından tüm Avrupa’da kitleler halinde yok edildiler; Roman kadınları 1980’lere dek Çekoslovakya, Macaristan, İsveç ve Norveç’te zorla kısırlaştırıldı, Çek Cumhuriyeti’ndeyse yakın dönemli vakalar ortaya çıkarıldı. Almanya, AB’ye aday ülkelerle işbirliği halinde, adaylık başvurusu süreci çerçevesinde Romanları tahliye ediyor ve geldikleri ülkelere geri gönderiyor. İtalya’da reşit olmayanlar dahil tüm Roman topluluğunun parmak izlerinin alınması için olağanüstü hal ilan edildi (Jeremić/Rädle 2009; Rights Groups Demand European Commission Clarify Its Position on Fingerprinting Roma in Italy 2008). Romanlar son yıllarda Avrupa’nın her yerinde pogrom, cinayet ve tahliyeye maruz kaldılar: Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Finlandiya, Almanya, Macaristan, İrlanda, İtalya, Sırbistan, Slovenya, Slovakya ve diğer ülkelerde (Petrova 2004; UN Presses Czech Republic on Coercive Sterilisation of Romani Women 2006; Rakić-Vodinelić/Gajin 2009; Ostojić 2006; Snapshots from around Europe. Report reveals that Romani women were sterilized against their will in Sweden 1997).
Ancak yerleşim yerinin yıkımına tepki olarak olağanüstü bir olay gerçekleşti. Belgrad sokaklarında bir dizi protesto eylemi düzenlendi. Eylemler bölge sakinleri tarafından başlatıldı; Roman topluluğunun temsilcileri, STK’lar, aktivistler, öğrenciler, bağımsız kültür emekçileri, sanatçılar ve başka vatandaşlar da dayanışma amacıyla onlara katıldı.
Varoşlarda yaşayan Romanların yetkililer tarafından acımasızca aldatıldığını, şantaja uğratıldığını, susturulduğunu ve korkutulduğunu, bu nedenle de taleplerini nadiren kamuoyunda dile getirdiklerini akılda tutmamız gerekli. Toplumun en dibinde yer aldıkları için, başkaları gözünde bir şeyler olan onlar için her şey anlamına geliyor. Kaybedecekleri çok şey var ve gerek şahsi gerek tarihi deneyimlerinden bildikleri gibi kazanma şansları çok düşük. Yıkıma karşı yürütülen eylemler bu kararın mutlak olmadığını gösterdi. Eylem, Romanların direndiği ve bir şeyler kazandığı önemli uğraklardan biri haline geldi.
Eylemler uluslararası insani yardım örgütlerin dikkatini çekti ve belediyedeki karar mercileri üzerinde kamuoyu baskısı yaratarak onları yerleşimi topyekûn ortadan kaldırma girişimine ara vermeye zorladı. Gelgelelim, belediye başkanı yerleşimin Belgrad’ın büyümesini engellediği gerekçesiyle yıkılmasında ısrarcı oldu. Belediye yetkilileri eylemcilerle uzlaşma adına, Belgrad yakınlarındaki bir köye birkaç modifiye edilmiş yük konteynırı yerleştirerek, evsiz kalan bazı Romanlara “geçici alternatif ikamet” diye sundular. Söz konusu köy kamuoyunda iyi biliniyor, çünkü iki yıl önce bir Roman genci orada öldürülmüştü. Haber duyulur duyulmaz, köylüler potansiyel yeni komşularına karşı protestolar düzenlemeye koyuldu; bu, Belgrad’da, Romanların belirli bir mahalleye yerleştirileceği duyulur duyulmaz ortaya çıkan yaygın bir tepkidir. Köylüler konteynırlardan birini yaktılar ve Romanlar taşınmaya cüret ederse daha fazla konteynırı içindeki Romanlarla birlikte yakacaklarını söylediler.
Belediye başkanı köylülerin davranışını anladığını ifade etti ve Belgrad’da ikamet kaydı bulunmayan bütün yerleşim sakinlerinin memleketlerine dönmesi gerektiğini ilan etti; belediye hepsinin tek gidiş biletlerini karşılayacaktı. Sonunda, Roman eylemlerini sonlandırmak için organizatörlerden biri gözaltına alındı. Söz konusu kişi, daha önce kimsenin duymadığı bir “suç” olan, yerleşimde kiralık evlere sahip olmakla itham edildi.
Roma Decade gerek proaktif gerek reaktif aktörlerden oluşuyor. Proaktif olanlar, günümüz kapitalizminin ana güçleri ve statükonun savunucuları: Dünya Bankası, Avrupa Konseyi ve ona bağlı Kalkınma Bankası, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Açık Toplum Enstitüsü, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve BM’nin diğer alt kuruluşları. Bu kuruluşların küreselleşme süreçlerindeki ve Avrupa’nın geçmiş ve mevcut sömürgeci projesindeki rolü nedeniyle, safdillik edip Decade‘in gerçekten Romanların maruz kaldığı ayrımcılık ve yoksulluğu ortadan kaldırmayı hedeflediğine inanmamız mümkün değil (Bello 2005). Bilakis, AB ve küresel kapitalizm çerçevesinde sömürgeci iktidar matrisinin işleyişine dair bilgi ediniyoruz.
Roma Decade ve Universiade‘a denk gelen olayların gösterdiği gibi ayrımcılık kabul edilemez değildir; bilakis, ayrımcılık gereklidir, çünkü kapitalist sistemi ayakta tutar. Kabul edilemez olan, ayrımcılığın görünürlüğüdür, zira sistemin adil olduğuna inanması gerekenleri rahatsız eder ve bu kişilerin, Belgrad varoşlarının Romanların farklılığından türediği ve yoksulluğun onların “doğasından geldiği” şeklindeki ırkçı klişeye inanmayı bırakıp, varoşların adaletsizliğin ve sömürünün sonuçları olduğunu kavramaları ihtimalini barındırır. Dahası, ayrımcılığın görünürlüğü yatırımcıların sahip olduğu gayrimenkulün değerini düşürür ve Belgrad’ın Universiade organizasyonuyla kazandığı değeri azaltır; güzel manzarayı bozar ve insana, her Sırp vatandaşının fetiş nesnesi olan Batı Avrupa’dan ziyade Üçüncü Dünya’yı düşündürür. Ayrımcılığın görünürlüğü sporcunun yaşam kalitesine de, Sırp savaş vurguncusu ve Avusturyalı kapitalist ortaklarından konforlu bir ev satın alan beyaz Sırp-Ortodoks ailenin yaşam kalitesine de halel getirir.
Decade‘deki reaktif aktörlerse, AB’ye kısa süre önce katılmış ya da yakında katılacak olan Doğu Avrupa ülkeleridir. Decade‘de Batı Avrupa ülkelerinin yer almamasının oralarda yaşayan Romanların ayrımcılığa maruz kalmamasından ve dolayısıyla bu programa ihtiyaç duyulmamasından kaynaklandığı sanılabilir. Bunun söz konusu olmadığını bildiğimizden, Decade‘in aslında AB’ye yeni ülkelerin katılımıyla ilgili olduğu ve Avrupa’nın kolonyal iktidar matrisinde Romanların konumunu netleştirmesine hizmet eden bir araç olduğu netlik kazanır. Ardında yatan ideoloji, kökleri kolonyal geçmişe uzanan ve ırkçılığı bir sömürü aracı olarak kullanan bir neoliberal kapitalist ideolojidir. Hedefi, insan ilişkilerine çoğulcu evrensellik [pluriversality] getirmek değil, Romanların kapitalist sömürü sistemi tarafından katılıma zorlanmasıdır. Dolayısıyla katılım, Romanların eşit haklara sahip olacağı anlamına değil, Batı AB ülkelerinde olduğu gibi alttan alta, daha incelikli bir biçimde sömürüleceği anlamına gelir.
Universiade tarihi yaklaştıkça, eylemler nedeniyle yerleşimin topyekûn tasfiyesinin mümkün olmayacağı anlaşıldı, dolayısıyla egemen iktidar strateji değiştirdi. Universiade açılışından iki hafta önce, etkinlik çerçevesindeki güvenlik tedbirleri bahane edilerek, yerleşimin etrafına metal bir bariyer dikildi. Yerleşimi görünmez kılmak için, çitin üstüne, güvenlik personeli ve polis tarafından gözetilen bir branda çekildi. Bölge sakinlerinin yerleşimi terk etmesi engellendi; Belville civarındaki sokaklarda gezerken görülürlerse, özellikle çöp kutularında atık ararken yakalanırlarsa tutuklanmakla tehdit edildiler. Dolayısıyla, hem hareket özgürlükleri ellerinden alındı, hem de Belgrad sokaklarında düzenli günlük işlerini yapmaları engellendiği için geçim imkânlarından da mahrum kaldılar. Şaşırtıcı bir biçimde, Delta City alışveriş merkezi çevresinde güvenlik tedbiri alınmadı; metalar özgürce dolaşıma girdi ve kâr hiçbir bariyere toslamadan birikmeye devam etti.
Giorgio Agamben, kampı modernitenin biyopolitik paradigması olarak tanımlar. Agamben’e göre, “Yerleştirme [localization] içermeyen bir düzene (yani, hukukun askıya alındığı olağanüstü hal) bundan böyle düzenin olmadığı bir yerleştirme (sürekli olağanüstü hal uzamı olarak kamp) tekabül eder. Politik sistem artık belirli bir uzamda yaşamı ve hukuki kuralları biçimlendirmez; aksine politik sistemin merkezinde onu da aşan bir yersizleştiren yerleştirme [dislocating localization] yer alır ve bu her tür yaşam biçimini ve her tür kuralı içine alabilir. Yersizleştiren yerleştirme olarak kamp, içinde halen yaşadığımız siyasetin gizli matrisidir ve kampın bu yapısını, havaalanlarının bekleme salonlarından tutun da kentlerimizin periferilerine kadar, bütün başkalaşımları altında tanımayı öğrenmemiz gerekir.” (Agamben 1998).
Bu durum karşısında çeşitli vatandaşlar dayanışma amacıyla eylem yaparak bariyerin kaldırılmasını talep ettiler. Uluslararası bir dilekçe hazırlandı ve bir internet kampanyası başlatıldı; yerleşimde resmî ve gayri resmî toplantılar, atölye çalışmaları ve yemekler organize edildi; sporcular, uluslararası delegasyonlar ve gazetecileri bilgilendirmeye yönelik faaliyetlerle onlara, sözde “güvenlik bariyeri”nin ardında, Universiade organizatörlerinin iddiasının aksine bir film seti olmadığı anlatıldı. Yerleşim yerinde düzenlenen bir basın toplantısının yarattığı basınç sonucunda yetkililer bariyeri kaldırdı ve dolayısıyla yerleşimi tekrar görünür kıldı. Dayanışma eylemleri, aktivistlerin hayata geçirdiği bilginin sömürgecilikten arınması [decolonization of knowledge] sürecinin önemli bir unsurunu oluşturuyor; bu süreç, içselleştirilmiş sömürgeciliğin tasfiyesine ve kişinin kolonyal iktidar matrisindeki yerini anlamasına denk düşüyor. Özneler ancak sahip oldukları bilgi sömürgecilikten arındığı takdirde kolonyal iktidar matrisinden kopabilir.
Romanların varoşlardaki yaşam koşulları, kısa tahmini ömürleri, geçmişte ve günümüzde sürekli olarak şiddet ve ölümle karşı karşıya kalmaları, vatandaşlıktan mahrum bırakılarak hukuk dışına itilmeleri ve her an evlerinden atılabilecek olmaları, ölüm-siyaseti kavramıyla bağlantılı bir biçimde kavranmalı: Ölümün iktidarına tabi tutulan ve sivil haklar söz konusu olduğunda görünmez kılınan Romanlar, iş sömürüye ve en ucuz işgücüne geldiğindeyse gayet görünür oluyorlar.
Achille Mbembe’ye göre, biyoiktidar mefhumu günümüzde ölümün iktidarının yaşamı boyunduruk altına alma biçimlerini açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu nedenle Mbembe ölüm-siyaseti ve ölüm-iktidarı [necropower] kavramlarını ortaya atarak, günümüz dünyasında nasıl silahların kişilerin azami imhası ve ölüm dünyaları yaratılması için kullanıldığını açıklamaya çalışıyor. “Toplumsal varoluşun bu yeni ve emsalsiz biçimleri altında, geniş insan toplulukları onları yaşayan ölüler haline getiren yaşam koşullarına tabi tutuluyor” (Mbembe 2003).
Roma Decade tarafından önerilen yeni katılım kavramının nasıl bir sürekliliğin parçası olduğunu anlamak için, Romanları öteki haline getiren iki tür stratejinin söz konusu olduğunu dikkate almalıyız: İçerme [incorporation] ve dışlama [excorporation]. İçerme, halihazırda kavramsallaştırılmış bir bünyeye bir dış unsurun dahil edilmesi şeklinde, düz anlamıyla kavranmalı. Dışlama ise bu bünyenin içinde yer aldığı düşünülen bir unsurun ihraç edilmesini ifade eder; bu tam da fiilen ya da varsayımsal olarak içerme sürecine konu olan unsurdur. İlk bakışta, içerme ve dışlama birbirine zıt görünebilir, oysa gerçekte birbirlerini sürdürür ve tamamlarlar.
Romanlara Avrupa’ya ayak bastıkları ilk günden günümüze kadar uygulanan dışlayıcı stratejiler, ihraç etmeden tutun da varlığını imha etmeye kadar uzanır. İçerici stratejilerse zorunlu asimilasyonun ilk defa dayatıldığı Aydınlanma çağına kadar geri gider; fakat bu stratejilerin ortaya çıkışı bir paradigma kayması olarak görülemez. Birincisi, iki strateji tipi el ele gider: Asimilasyon kanalıyla içerilmeyi reddedenler ihraç ve imha ile dışlanırlar. İkincisi, bizzat asimilasyon iki kategoriye de girer; hem içerici hem dışlayıcı bir strateji teşkil eder, çünkü onun içerme mekanizması tabi kılınan öznenin tüm farklılıklarının imhası gibi bir dışlayıcı eylem içerir. Son olarak, Nuremberg Kanunları ve Yahudi Soykırımı’ndan bildiğimiz gibi asimilasyon, tabi kılınan bireyi topyekûn imhadan korumaz.
Marina Gržinić ölüm-siyasetini biyopolitikanın ve soybiliminin yeniden politikleştirilmesi olarak düşünmemizi öneriyor. Yazara göre, başta Afrika ve Üçüncü Dünya için tasavvur edilen ölüm-siyaseti, farklı bir biyopolitika geliştiriyor ve giderek artan biçimde Birinci kapitalist Dünya’da hayata geçiyor. Gržinić şöyle diyor: “Biyopolitikanın böylece ölüm-siyasetine ‘dönüşümü’nden söz ettiğimde, biyopolitikanın ölüm-siyaseti koparılmasını önermiyorum. Burada söz konusu olan sömürünün azamileştirilmesi ve yaşamın, emeğin ve ‘insanlığın’ gaspı. Ve şimdi sermaye biyopolitikanın yeniden formüle edilmesini ya da daha doğrusu yeniden politikleştirilmesini talep ediyor!” (Gržinić 2009).
Her ne kadar ötekileştirilenlerin tabi kılındığı en yaygın strateji hâlâ asimilasyon olsa da, zaman içinde bütünleşme ya da katılım gibi ilave içerici stratejiler de geliştirildi. Asimilasyonun aksine, bütünleşme tüm farklılıkların topyekûn terk edilmesini şart koşmaz ve sosyal grubun belirli bir ölçüde heterojen olmasını kabul eder. Öte yandan, ötekileştirilenin yapısal, kültürel, sosyal ve kimliksel açıdan içerilmesini talep eder. Katılım stratejisi ise normalliğin belirli bir miktarda heterojenlik içerdiği varsayımından yola çıkar. Ötekileştirilen’i bir öteki olarak adlandırmaz, bilakis onu katılımcı bir biçimde dahil etme iddiasındadır. Hem bütünleşme hem de katılımın, bütünleşme eksenli pedagoji ve katılım eksenli pedagoji gibi pedagojik kavramlarda karşımıza çıkması ötekileştirilenin hakim toplum tarafından nasıl algılandığını anlama açısından açıklayıcıdır: Ötekileştirilen, kendi adına rasyonel biçimde konuşma yetisi olmayan, duygusal, çocuksu bir nesnedir ve hakim toplumun rasyonel sabitleri uyarınca evcilleştirilmesi, medenileştirilmesi ve eğitilmesi gerekir.
Asimilasyonu sömürgeciliğin [coloniality] içselleştirilmesi şeklinde açıklayan Jelena Savić, toplumun parçası olmak için kişinin “normal” – yani, beyaz derili ve zengin olması gerektiğini belirtir. Deri rengini değiştirme imkânı olmayanların tek seçeneği, “kitlenin içinde görünmez hale gelmek, mümkün olduğunca beyaz ve zengin görünmek, eğitim almak ve iş bulmak . . . hiçbir biçimde teşhir olmamak. . . Roman olduğunu ifade etmemek, farklı olduğunu mümkün olduğunca az vurgulamak. . . Roman gibi görünmemek, kamuya açık yerlerde Roman dilini konuşmamak, ‘bariz’ Romanlardan oluşan geniş bir grupla birlikte dolaşmamak;” bilakis “sessiz kalmak, aptal Roman erkekleri ve düşkün Roman kadınlarına dair esprilere gülmek, sokaklardaki yoksul Romanları ve bebekli Roman dilenci kadınların maruz kaldığı kaba muameleyi görmezden gelmek, herkesin çalışarak başarılı olabileceği fikrini benimsemek, Romanların sokakta bu şekilde yaşamayı sevdiğini ve sizin Romanlarla hiçbir alakanız olmadığını savunmaktır. . .” (Savić 2009).
Her tür farkı yok eden asimilasyonun aksine, katılım stratejisi farklılığı bir yere kadar kabul eder: Sermayenin büyümesini engellemeyecek ve tehdit etmeyecek biçimde düzenlemeye tabi tutulabildiği ve kontrol edilebildiği ölçüde. Egzotikleştirilen Roman müziği kabul edilebilir, çünkü tüketim kültürünü besler. Ancak Roman kadınlar zorla kısırlaştırılır, çünkü çocukları ulusun bünyesine ve kapitalist düzene yönelik demografik birer tehdittir.
Decade of Roma Inclusion AB’nin güvenlik politikaları çerçevesinde anlam kazanır: Romanların daha yoksul Doğru Avrupa ülkelerinden zengin Batı Avrupa ülkelerine göçü engellenmelidir. Dolayısıyla, üye ülkeler Romanların yaşam koşullarını iyileştirmek ve böylece Romanların bulundukları yerde kalmalarını sağlamak durumundadır. Romanya’dan göçle gelen 100 kişilik bir Roman grubu kısa süre önce Almanya’da müthiş bir panik yarattı. Berlin’deki bir parktan kovulan grubun eline Romanya’ya dönmeleri için para tutuşturuldu (Fuchs/Marschall 2009)! Söz konusu panik aslında, Romanların sayısının artmasının, Roman karşıtlığının geçmişte en aşırı biçimde hayata geçirildiği ülke olan Almanya’daki varlığını teşhir edeceği korkusundan kaynaklanıyor. Nazi döneminde Roman halkının yaşadığı Porajmos olarak anılan soykırımdan sonra, Almanya’daki Roman karşıtlığı bir tür uyku moduna girdi, zira hedefindeki nesne ortadan kalkmıştı. Almanya’nın zımni Roman karşıtlığının yeniden görünür kılınması, Batı Avrupalıların kendilerinin Doğru Avrupalılardan daha az ırkçı ve dolayısıyla daha medeni oldukları şeklindeki kültürel-ırkçı kanısını yalanlayabilir.
Sonuç olarak, içerme kavramının ve onun bünyesindeki katılım stratejisinin hiyerarşiler ve tahakküm ilişkilerini üreten, yeniden üreten ve sürdüren ideolojik kavramlar olduğu çıkarımında bulunabiliriz, çünkü insanların eşitliği değil eşitsizliği fikrinden hareket ederler. Bu nedenle, kapitalizm tarafından icat edilen ve sürdürülen bir ideolojik ayrımı sorgusuz sualsiz benimserler. Ancak birilerinin “kendiliğinden” ya da “doğaları itibariyle,” bünyenin parçası olduğu, ötekilerin ise içerilmesi gerektiği bir ortamda, gerçek anlamda ayrımcılık karşıtı politikalar yeşeremez. Ayrımcılığı ortadan kaldırmanın tek yolu, onu üreten sistemi ortadan kaldırmaktır.
Eduard Freudmann, Ivana Marjanović
İngilizceden çeviren: Barış Yıldırım
Kaynakça:
Agamben, Giorgio (1998): HOMO SACER, Sovereign Power and Bare Life, Stanford: Stanford University Press.
Bojadžijev, Manuela (2006): “Does Contemporary Capitalism Need Racism?”, eipcp.net, http://translate.eipcp.net/strands/02/bojadzijev-strands01en/print.
Bello, Walden (2005): Deglobalization: Ideas for a New World Economy, gözden geçirilmiş baskı, Londra & New York: Zed Books.
Fuchs, Claudia/Marschall, Marko (2009): “Bargeld für die Rückkehr nach Rumänien,” Berliner Zeitung, http://www.berlinonline.de/berliner-zeitung/archiv/.bin/dump.fcgi/2009/0612/berlin/0031/index.html
Gržinić, Marina (2009): “Subjectivisation, Biopolitics and Necropolitics: Where do we stand?”. Reartikulacija 6, http://www.reartikulacija.org/RE6/ENG/reartikulacija6_ENG_grz.html.
Mbembe, Achille (2003): “Necropolitics”. Public Culture, 15(1), s. 11-40.
Jeremić, Vladan/ Rädle, Rena (2009): “Antiziganism and Class Racism in Europe”, http://www.octogon.hu/in+english+1/antiziganism+and+class+racism+in+europe+by+vladan+jeremic+and+rena+r%C3%A4dle+1.html.
Ostojić, Tanja (2009): “The Roma Question 2006,” arşiv: Gržinić, Marina/ Ostojić, Tanja (der.), Integration Impossible? The politics of Migration in the Art Work of Tanja Ostojić, Berlin: argobooks, içinde s. 152.
Papić, Žarana (2002): “Europe after 1989: Ethnic Wars, the Fascisation of Social Life and Body Politics in Serbia”: Gržinić, Marina (der.), Filozofski vestnik, özel sayı, The Body Ljubljana: FI ZR SAZU, içinde s. 191-205.
Petrova, Dimitrina (2004): “The Roma: Between a Myth and the Future”. http://www.errc.org/cikk.php?cikk=1844&archiv=1.
Rakić–Vodinelić, Vesna/Gajin, Saša (2009): “Kratka istorija pravnog položaja i diskriminacije Roma u nekadašnjoj Jugoslaviji i nekadašnjoj i današnjoj Srbiji”. Peščanik, http://www.pescanik.net/content/view/2965/171.
“Rights Groups Demand European Commission Clarify Its Position on Fingerprinting Roma in Italy,” 2008, http://www.errc.org/cikk.php?cikk=2980&archiv=1.
Savić, Jelena (2009): “Nenormalni i nemoralni” http://usernameka.wordpress.com/diskriminacija-roma-kinja-2/nenormalni-i-nemoralni.
“Snapshots from around Europe. Report reveals that Romani women were sterilized against their will in Sweden,” 1997, http://www.errc.org/cikk.php?cikk=1521.
“UN Presses Czech Republic on Coercive Sterilisation of Romani Women” 2006, http://www.errc.org/cikk.php?cikk=2626.
Quijano, Aníbal (2007): “Coloniality and Modernity/Rationality”. Cultural Studies 21:2, s. 168-178.
Eduard Freudmann sanatçı, sinemacı ve yazardır; kendisi sanat ve politikanın kesişimi, iktidar ilişkileri ve sosyal bağlamlar, tarih-siyaset ve medya mekanizmaları, dışlama stratejileri ve bilginin metalaşması alanlarında araştırmalar ve faaliyetler yürütmektedir. Viyana ve Weimar’da sanat eğitimi alan Freudmann, halihazırda Viyana Üniversitesi Güncel Tarih Bölümü’nde doktora öğrencisidir. 2007’den bu yana, Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nde Kavramsallık Sonrası Sanat Pratikleri bölümünde ders veriyor. Freudmann burada “Plattform Geschichtspolitik” adlı inisiyatifi başlatanlar arasında yer aldı: Öğrenci, aktivist ve eğitimcilerden oluşan ve katılıma açık olan kolektif, kurumun sömürgecilik, (Avusturya) faşizmi ve Nazizm’e nasıl dahil olduğunu eleştirel bir biçimde inceliyor ve kamuoyu nezdinde tartışıyor.
Ivana Marjanović, Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nde doktora öğrencisi, aynı kurumdaki Kavramsallık Sonrası Sanat Pratikleri Dersi’nde konuk öğretim görevlisi, güncel sanat ve teori alanında bağımsız kültürel üretici, Belgrad’daki Kontekst Galeri’nin kurucularından ve Kontekst Kolektifi mensubudur; kendisi, Viyana ve Belgrad’da yaşıyor ve çalışıyor.
Referanslar
↑1 | Elinizdeki yazı, aynı isimli filmin senaryosunun özetidir ve şu makaleyi temel alır: Ivana Marjanović, “Contention of Anti-Romaism as a Part of the Process of the Decoloniality of Europe”, Reartikulacija 7, http://www.reartikulacija.org/?p=647. 2010 yılında çekilen film için metin, Eduard Freudmann ve Ivana Marjanović tarafından genişletildi, gözden geçirildi ve uyarlandı. Yazıda yer alan görseller aynı filmden alınmıştır (“Uglyville. A Contention of Anti-Romaism in Europe”, Sırbistan/Avusturya 2010, 58 dk., İngilizce). |
---|