Irkçılıkla Mücadelede Sanatsal ve Kuramsal Stratejiler

Sasha Huber, Rentyhorn (2008)

Son döneme ait akademik araştırmalarım ve küratöryel çalışmalarımda üzerinde durmuş olduğum sanatsal üretim ve araştırmalar ciddi biçimde aciliyet içeren belirli bir konu üzerinde yoğunlaşmaktaydı: günümüz toplumunda ırksallaştırılmış ilişkiler ve bunlara ait tarihsel ve epistemolojik soykütükleri.[1]2008-2010: The Renaming Machine [Yeniden Adlandırma Makinası] başlıklı bir dizi sergi, konferans ve seminer, Lübliyana, Üsküp, Zagreb, Viyana; 2010: Call the Witness [Tanığı Ara, küratör … Continue reading Temsile ilişkin hegemonik rejimlerin sömürge-sonrası eleştiriye tabi tutulması, toplumsal cinsiyet konusunun Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki tezahürleri, feminist sanat pratikleri ya da katılımcı sanat örnekleri gibi ilgilerimin yanı sıra çalışmalarımda böylesi bir odağın ortaya çıkmasında bazı acil nedenler rol oynadı. Özellikle ırk ve ırkçılığa ilişkin önemli bir yanlış anlamlandırmanın da bu yoğunlaşmada başrolü üstlendiğini söyleyebilirim çünkü Balkanlar’da yaşayan pek çok meslektaşım aynı yanlışı sürekli olarak tekrarlamakta.[2]Burada benzer ifadelere tanık olduğum bazı tartışmalara göndermede bulunuyorum; örneğin 2004 yılında Lübliyana’da Kadınlar Şehri Festivali konferansındaki bir tartışma geliyor … Continue reading Sanatsal ve akademik bağlamlarda ırkçılık konusu açıldığında ortaya çıkan klişeleşmiş bir varsayım benim burada tartışmak istediğim. Bu görüşe göre ırkçılık ”bizi”, Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki insanları ilgilendiren bir şey değil; çünkü Avrupa kıtası ağırlıklı biçimde ”beyaz” olduğu için ırkçılık bize uzak. Irk anlayışının en basit biçimde biyoloji üzerinden anlaşıldığı bir ”ırklar” değinisi işliyor burada -siyah, beyaz ya da sarı ırklar arasına çizilmiş bir ayrım olarak.[3]Ne var ki, Paul Gilroy başka bir tehlikeye, ”aynılık” üzerine temellenen bir özdeleşime dikkat çekmekteydi. Tommy Shelby ile yaptığı bir söyleşide Gilroy ırksal kimliği … Continue reading

Biyoloji ve genetik üzerine kurulu bu ayrıştırmanın sömürgeci geçmişten devralınmış köhne ideolojiden esinlenmiş olduğunu ve günümüzde bilim çevresi dahilinde kimse tarafından ciddiye alınmayacağını burada belirtmek sanırım gereksiz olur. Bastırılmış bir kavram olarak ırksal farkın geri dönüşü, Genome projesi tarafından bile geçersiz ve bilimsel olarak kanıtlanamaz olduğunun ilan edildiği günümüzde iyice tuhaf tınlıyor.[4]“Minorities, Race, and Genomics”, Human Genome Project Information, 15 Temmuz 2009, http://www.ornl.gov/sci/techresources/Human_Genome/elsi/minorities.shtml. Başka bir bağlamda Paul Gilroy ırkçılıkla ilgili belki de en önemli konuya işaret ediyor: Irkçı söylemde toplum, öteki olarak, farklı olarak algılanan özneyi (ya da özneler topluluğunu) hem bir sorun hem de bir kurban olarak kavramsallaştırıyor.[5]Paul Gilroy, There Ain’t No Black in Union Jack: The Cultural Politics of Race and Nation (Chicago: Chicago University, 1991), ss. 11-12. Sorun olarak kavramsallaştırıyor çünkü aynılık üzerine kurulu yerleşik düzeni rahatsız ediyor; kurban olarak kavramsallaştırıyor çünkü kurbanlaştırmaya eşlik eden şefkat duygusu bir tür kefaret aygıtı olarak işleyebiliyor. Bunun tersine işleyecek olan ”ırksallaştırılmış direniş” ve dayanışma, bitimsiz sorun-kurban döngüsünden çıkmak için gerçekleştirilmesi zor bir eylemliliği gerektiriyor.

Bununla birlikte ortadaki gerçek şu: Pek çok etnik azınlığın farklı ten renklerine dayandırılması gerekmeksizin ”öteki” ırk olarak muamele gördüğü Doğu Avrupa ve Balkanlar’ın ”beyaz” coğrafyasında ırk ve ırksallaştırmaya ilişkin ırkçı mekanizmalar ve kültürel görüngüler üzerine akademik ve kuramsal sahalarda pek az çalışmaya rastlanıyor.[6]Burada özellikle son yıllarda Romanlar üzerinde uygulandığına tanık olduğumuz şiddet vakalarını ve Fransa, Romanya, Macaristan, İtalya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya gibi ülkelerde yaşanan … Continue reading Irk denen şey biyoloji değilse nedir sorusu, ırka dair özcü görüşlerin terk edilmesine yönelik her çabanın arkasından sırıtır. Bazı kuramcılar ten renginde verili olan görülebilir fark konusunu bir kenara atmaya henüz hazır görünmüyorlar.[7]Bkz. Arun Saldanha, “Reontologising race: the machinic geography of phenotype”, Environment and Planning DSociety and Space cilt: 24, no: 1 (2006): ss. 9-24. Irkçı infiallerin artık gündelik pratik haline dönüştüğü ülkelerde ırkçılığı kavrama sorunu sadece görsel ayrışmayla ilişkilendirilemez.[8]“Slovak nationalist wants separate state for Roma minority”, 20 Eylül 2011; AFP ajansı kaynaklı haber için … Continue reading Bu aslında sadece farklı olana karşı girişilmiş ama ardında başka amaçlar yatan, içinde mistifize edilmiş nefretten ziyade ekonomik ve saha hâkimiyetiyle ilgili sebepler barındıran bu kolektif eylemler için kullanılan bir bahane.[9]Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism (New York: Meridian Books, 1962), pp. 503-4 [Totaliterizmin Kaynakları 2, Emperyalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 1998)]. Arendt … Continue reading

Bu metinde Avrupa’nın ırksallaştırılmasına karşı acil bir tepki gösterilmesi gerektiğinin farkında olan ve saldırılara uğrayan, marjinalize edilen ve uzun sürelerdir yaşadıkları topraklardan kovulan (Bütün Avrupa ölçeğinde Romanların, Sırbistanlı Arnavutların, Hırvatistanlı Sırpların yaşadıklarını bir düşünün) cemaatler ile dayanışma içinde bulunan bazı sanatçılar tarafından gerçekleştirilmiş sanat projeleri ve izlenen sanat ya da araştırma stratejileri üzerinde durmaya çalışacağım. Roman Holocaust’una dair bilinmeyen olgular, Yugoslavya’daki savaşlar, Roman ve Sintilerin Slovakya ve Çek Cumhuriyeti’nde kısırlaştırılmaları gibi uygulamalar ya da Macaristan Ulusal Muhafızları vakası gibi örnekler bugüne dek sanat projelerinde güçlü ve aktivist bir anlayışla ele alındı. Bu tür projelerde yer alan sanatçılar sanat, aktivizm ve kamusal medyayı yan yana getirerek oldukça özgül niteliğe sahip sanat ve araştırma yöntemleri sunmaktalar ve böylelikle genel izleyicinin dikkatini çekerek onları ırkçılık konusunda, TV’deki siyasallaşmış, ürkütücü haberler yerine sanat bağlamının daha tarafsız ve rahat ortamı üzerinden ciddi biçimde düşünmeye davet ediyorlar. Bunun da ötesinde sanatçılar, belgesel bilginin kullanılması sonucunda gazetecilerden daha fazla şey çıkarabilmeyi beceriyorlar -özellikle sanatsal merakları ve duyarlı yaklaşımlarının yardımıyla toplumsal davalar için savaşmak üzere siyasal hiyerarşinin en yüksek kademelerine sızıp elde ettiklerini sanatsal projelere dönüştürdüklerinde (ya da bunu ters yönde gerçekleştirdiklerinde). Belki sanat aracılığıyla ciddi ölçekte toplumsal değişimler elde etmek sanatın asli işlevi değil ve böylesi bir hedef gereksiz bir beklentiye girmek olur ama sivil sorumluluklarımız sanatçılarla birlikte paylaşıldığında daha yüksek bir aciliyet tonu kazanıyor ve daha fazla dikkat çekiyor.

Bu metin uzun süredir bastırılmış şekilde duran, unutulan ve dikkatli biçimde regüle edilen geçmişe ait hakikatler ile farklı hükümetler ve kurumlar tarafından oluşturulan ve sürekli olarak yeniden çoğaltılan, Romanların ve diğer ”ırksallaştırılmış” azınlıkların bugünkü tartışmalı durumunu hazırlamış olan yeni protokoller arasındaki nedensel ilişkileri, olası iç içe geçişleri konu edinen sanat projelerini inceliyor. Bu projelerin bize yeniden uyanmış olan ve bugün açık biçimde neoliberal kapitalizmin himayesinde işlemekte olan muhafazakârlık, milliyetçilik ve ırkçılığın acilen farkına varılması ve onlarla farklı etkin eylemlerle mücadele edilmesi gerektiğini hatırlattıklarını savunuyorum. Irkçılığın tekerrür ediyor oluşunu anlamak konusunda esas önemli olan şeyin ırkçılık ve kapitalizmin herkesçe malum temellük etme yöntemleri arasındaki bağ olduğunu düşünüyorum: Güvenlik önlemlerine ilişkin protokoller; turizm ve yaratıcı endüstriler için yapılmakta olan değişiklikler; yolculuk edenler, mülteciler ve sans papiers [kağıtsız] olarak adlandırılan insanlara karşı yürütülen katı uygulamalar gibi başkalarına ait hakların ve mülkiyetlerin gasp edilmesine neden olan yöntemlerden bahsediyorum. Diplomasi bağlamında ve adli anlamda protokol terimi, keyfi kurallar, prosedürler ya da seremonileri de içeren, üzerinde anlaşılmış bir akitler kümesine karşılık gelir. Uluslararası ilişkilerin düzenlenişini tarifler ve var olan bir kanuna ya da anlaşmaya ek olarak ya da kanun değişikliği olarak yayınlanır. Bu nedenle protokol, üzerinde anlaşılmış kuralların daha etkin biçimde iletişime girmesi için uygulanması gereken tanınmış ve genellikle kabul edilmiş bir sistem ya da kanun düzenini temsil eder.

Bugün genel olarak devlet protokollerinin Romanları, diğer azınlık ve göçmen toplulukları benzer bir stratejiyle dışarıda bıraktıklarını, sürekli olarak bazı belirli cemaatleri hedef aldıklarını görüyoruz. Bu yolla neoliberal devlet çift katmanlı bir eylemlilik içine giriyor: Bir yandan hedef alınan cemaati istisnai bir nüfus birimi olarak belirliyor; sonra da bu insanları normalliğin ve genel kural işleyişinin dışında bırakacak istisnai protokoller yaratıyor, mevcut bütün klişeleri ve önyargıları tasdik edercesine. Sahte ”Siyon Önderlerinin Protokolleri” metnine (aşağı yukarı 1900 civarına tarihlenen bir sahtecilik) ilişkin olarak Hannah Arendt’in kaleme aldığı argümanları izlersek, her tür protokol aslında yeni ve daha sert düzenlemelerin meşrulaştırılmasına yol açmak gibi bir tehlikeyi öngörür ve yansıtır. Bin kadar Roman’ın tartışılmalı biçimden Fransa’dan sınır dışı edilmesi, Romanya ve Bulgaristan’a gönderilmesi Fransa başkanı Nicolas Sarkozy’ye ait kişisel bir bildiri ve yeni yürürlüğe giren sıkı güvenlik yasa tasarısına (OPPSI2) istinaden Fransız hükümetinin verdiği emir sonucunda gerçekleşmiş ve protokollerin işlerlik kazanmasının yakın geçmişteki en belirgin örneği olarak karşımıza çıkmıştı. Bu metnin devamında bahsi geçecek sanatçılardan bazıları bu kanun ve protokolleri sadece eleştirmekle kalmayıp değiştirmeye, zıt bir yöne doğru, ırkçılığa karşı yönlendirmeye de çalışmışlardı.

Afrikalı insanlara karşı ırkçılığı ele alsa da Avrupa’nın cahilliği üzerine ya da daha doğru bir tanımla Avrupa’nın konuya olan yaklaşımı üzerine temellenen bir projeyle başlayacağım. Sasha Huber’in Rentyhorn başlıklı projesi 2008 yılında Agassizhorn’un [İsviçre Alpleri’nde bir dağ] zirvesinde gerçekleşmişti. İsviçreli-Haitili sanatçı çalışmasını De-mounting Agassiz [Louis Agassiz’i Demonte Etmek] başlıklı resmî kampanyanın bir devamı olarak tasarlanmıştı. Huber’in çalışması bilim insanı Agassiz’in adını taşıyan zirvenin Rentyhorn olarak yeniden adlandırılmasını talep etmekteydi. İnsanlar arasındaki ırksal farklılık üzerine pek çok sorunlu kavramın gelişmesine neden olmuş İsviçreli meşhur buzulbilimci, paleontolog, Harvard profesörü Jean Louis Rodolphe Agassiz (1807-1873) tarafından fotoğraflanmış Kongolu bir kölenin adıydı Renty.[10] Kyle Cassidy, “A Mountain, By Any Other Name, Would Reak Less of Racism”, Wendmag, yükleme tarihi 5 Ekim … Continue reading Agassiz’nin ırkçılığa olan katkısı ABD’de edindiği kariyer bağlamında aslında çok da istisnai bir durum değildi. Ama ismini ve bilimsel tanınırlığını ırkçılığın hizmetine sunmuş ve ırkçılığın meşruluk kazanmasını sağlamış bir isimdi. Bunun da ötesinde bugün bilimsel ırkçılık alanının bizzat sorumlusu olarak görülmekte. Irkçılığın ve Agassiz’in ırkçı kuramının dolaylı da olsa onun adının verildiği yer ve kurumlarda halen dolaşımda olduğunu ve yüceltildiğini düşünüyorum. Louis Agassiz’in ismini taşıyan başka dağlar, kasabalar, mahalleler ve kurumlar (çoğu ABD’de) var halihazırda.[11]Wikipedia‘ya göre Agassiz’in adını taşıyan bazı yerler var: Agassiz Buzulu ve Agassiz Çayı, Montana, ABD; Agassiz adlı küçük bir cemaat, British Columbia’daki Fraser Vadisi, ABD; … Continue reading Bu durum geçmişten devralınmış ırkçı ”anıtlar”ın itibar görmesini sorgulamaya girişen Sasha Huber’in Rentyhorn projesininin ne kadar da anlamlı olduğunu gösteriyor. Bu yüzden, ırkçılığı tümüyle ortadan kaldırılmasını sağlayamayacakları gerçeğini bir kenara koyduğumuzda, ırkçı söylemin sorgulanmayan görsel ve nominal mekânlarının bunun gibi projeler, sanat aktivizmi ve diğer benzer performatif sanat pratikleri tarafından, ırkçılık hakkında bastırılmış olan bilgilerin devreye sokulmasıyla inandırıcı bir biçimde kesintiye uğratılabildiğini söyleyebiliriz.

İsviçre Federal Konseyi 9 Eylül 2007’de Agassiz’in ”ırkçı düşünceler”e sahip olduğunu resmî biçimde tanımış olsa da Agassizhorn’un adının değiştirilmesi önerisini reddetti.[12]“Louis Agassiz vom Sockel holen und dem Sklaven Renty die Würde zurückgeben”, Die Bundesversammlung – Das Schweizer Parlament, 14 Eylül 2009, erişim tarihi 10 Ocak … Continue reading Bu reddetmeyle birlikte Batılı demokrasi sistemi büyük bir potansiyeli de elinden kaçırmış oldu: Agassiz’in ırkçılık savunuculuğunun getirdiği mirastan kurtulunduğuna işaret edecek ve bu yolla bugünkü Avrupa’da ırkçılık konusunda yaşanan riyakârlığın çözülmesine yardım edecek böylesine bir performatif eylemin gerçeğe dönüştürülmesindeki potansiyeldi ıskalanmış olan. Bu yönde bir kararı almamakla İsviçre Hükümeti’nin resmî olarak ırkçı söylemin halen bir opsiyon olarak görülmesi ve yaygın bir biçimde kullanılmasının yanı sıra bu söylemin önde gelen kuramcılarından birinin adının sahiplenilmesiyle dolaylı biçimde yüceltilmesini de görmezden geldiğini fark etmek zor değil.

Avrupa Demokrasisi’nin ikiyüzlü adaletini ve İsviçre Hükümeti’nin kararını bir yana bıraktığımızda, sanatçı Sasha Huber’in (şu an Helsinki’de yaşıyor) kamunun dikkatini aynı konuya, Hans Fässler tarafından başlatılan Agassiz’i Demonte Etmek kampanyasına çekmek konusunda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Sanatçı, bu kampanyayı desteklediği ve zirvenin adını “Rentyhorn” olarak değiştirme önerisinin taslağını pek çok ilgili kurum ve (Kofi Annan da dahil olmak üzere) şahısa ilettiği projesi aracılığıyla Avrupa’daki ırkçılığı tartışmanın aciliyetini vurgulamanın yanı sıra, ona karşı durmanın yollarını araştırmak gerektiğine de işaret etmekte.

Sasha Huber, Rentyhorn (2008)

Bu isim değiştirme önerisini tetikleyen unsur Renty’nin fotoğrafının (aslı bir daguerreotype) Agassiz tarafından Afro-Amerikalılar ile beyaz ırktan insanlar arasında kapanmaz farklar olduğu inancını kanıtlamak üzere sipariş edilmiş olmasıydı. Renty’nin fotoğrafı ”aşağı konumdaki Öteki”lere dair fotoğrafik temsil geleneğinin bir parçasıydı ve bu nedenle Huber’in projesinde merkezi bir role sahipti. Güney Carolina’daki plantasyonlardan birinde 1850’li yıllarda çekilen fotoğraf Agassiz tarafından siyahların beyazlardan daha aşağı bir ırk olduğuna dair teorisini destekleyecek bir imge olarak kullanılmıştı ama zaman içinde, imgeler üzerine bilim adına farklı anlamlar yükleyen manipülatif iktidarın simgesi haline geldi. Cepheden çekilmiş poz üzerine kurulu fotoğraf Agassiz’i dehşete düşüren her şeyi -özellikle de, farklı kökenlerin genetik koşutluğundan türeyen ve köleliğin bilimsel olarak meşrulaştırılmasını mümkün kılan radikal farkı- içinde barındırmaktaydı.

Sasha Huber’in Haiti’ye uzanan kökeni kuşkusuz bunlardan bağımsız bir ayrıntı değil. Sanatçının projesi Haiti’deki kölelik karşıtı direniş hareketinin zorlu geçmişinden derin bir biçimde beslenmekte. ”Bu özgürleşmenin, kölelikten çıkışın amacı efendi konumunda olana boyun eğdirmek olmamalı çünkü bu ancak efendinin ‘varoluşsal çıkmaz’ını tekrarlamak anlamına gelecektir’ (Hegel, Tinin Fenomenolojisi), bunun yerine amaç kölelik kurumunun toptan ortadan kaldırılması olmalıdır.”[13]Georg Friedrich Hegel, Tinin Fenomenolojisi, alıntılayan Susan Buck-Morss, “Hegel ve Haiti”, Critical Inquiry cilt. 26, no: 4 (Yaz 2000): s. 849. Sasha Huber’in Rentyhorn başlıklı video performansı ve Helsinki’de düzenlediği sergi (diğer belgesel unsurların yanı sıra Agassizhorn’da gerçekleştirilen performansın video kaydını da içermekteydi) ırkçı söylemle olan bağı kesin bir şekilde kesip atmak ve ”Agassiz’in boşluğu”nun üstesinden gelmek yönünde bir çağrıyı içinde barındırıyor. Sanat çevresinde gelişen bütün tartışmaları dönüşüme uğratıyor ve konuyu gelecekten gelerek, Agassiz’in ”zirveler”inin var olmadığı bir zamandan gelerek ele alıyor.[14]Sasha Huber’in kayda aldığı performans 2008 Ağustosu’nda Agassizhorn’a yaptığı helikopter uçuşu ve zirve üzerine yaptığı başarılı iniş sonrasında Renty’nin adını taşıyan … Continue reading Bunun yanında zirvenin adını değiştirmeme kararıyla İsviçre Federal Konseyi insanlığın demokrasi, karşılıklı anlayış ve farklı olana hoşgörü dağının zirvesine henüz tırmanamamış olduğunu ispatlıyor.

Eski Yugoslavya’daki savaşlar sırasında ve bunların ertesinde Romanlara karşı girişilen Holocaust, zorunlu göçebelik ve ırkçılık Balkanlar’dan ve Merkez Doğu Avrupa’dan gelen güncel sanatçıların ele almakta olduğu konuların içine giriyor. Aciliyet içeren bu toplumsal, ekonomik ve siyasi konular yerinden etme ve sınır dışı etme, mülk talanı, insan haklarında eşitsizlik, eğitimde ayrımcılık gibi günümüzde işlemekte olan devlet protokollerinin sonucunda ortaya çıkan pek çok meseleyle yan yana getiriliyor. Örneğin, Roman kültürü kendi içinde farklılıklar ve çelişkiler barındırıyor dolayısıyla tek bir çerçeve içinde tanımlanması zor; ve bu durum çoğunlukla Roman olmayanlar tarafından Romanların yaşamı üzerine geliştirilmiş ve Romanların toplumsal ve siyasal oluşumlar, yapılar ve söylemler üretme kapasitesine sahip olmadıkları gibi bir yanlış varsayım üzerine kurulu farklı karar, protokol ve uygulamaları mazur göstermek için kullanılmakta. Bu yüzden böyle bir bağlamda Romanlarla ilgili meselelere dair farklı iletişim ve temsil protokolleri üzerine Roman sanatçıların üretimleri ve sanatsal söylemleri aracılığıyla yoğunlaşmayı önemli buluyorum.

Göç başlıklı yarı-belgesel çalışmasında (2011, 18 dk.) sanatçı ve film yapımcısı Milutin Jovanović eski bir Roman yerleşkesindeki evlerini kaybetmiş insanların yaşamları üzerine eğiliyor. Belgrad’daki Gazela Köprüsü altında bulunun Gazela yerleşkesi 31 Ağustos 2009’da tahrip edilmişti. Belgrad Belediye Başkanı’nın emriyle uzun bir süredir orada yaşayan 114 aile metal konteynerler ile şehir dışında kurulan altı değişik mahalleye taşınmaya zorlanmışlardı; 64 aile ise Güney Sırbistan’da bulunan bazı yerlere gönderilmişlerdi. Jovanović video çalışmasında izleyiciyi, hikâyeyi sanatçının arkadaşı olan Gagi’nin gözünden takip etmeye davet ediyordu. Gazela’daki yıkımların ertesinde yerlerinden olan Roman ailelerin yerleşmeye zorlandığı yeni Roman yerleşkelerinden birinde oturmaktaydı Gagi.

Görgü tanıkları arayışındaki Gagi, ödünç aldığı kamerayla dar sokakların ve tenekeden konteyner-evlerin labirentinde komşularının yaşadıkları hayal kırıklıkları üzerine kendi belgeselini çekmeye girişmişti. Yani temsil araçları sahiplenilmiş ve devredilmişti -var olan temsil rejimlerinin üstesinden gelmek amacıyla ”hâkim olunmuş” ve kullanılmışlardı. Ama Gagi’nin potansiyel tanıkları uyarı protokolü tarafından daha baştan susturulmuştu: İnanılmaz derecede gayri insani koşullarda verdikleri hayatta kalma mücadelesi hakkında ortalığa konuşmamaları konusunda tehdit edilmişlerdi.

Marika Schmiedt, What Remains…, 2000-2009, (2011)

Marika Schmiedt’in Geriye Kalan…, 2000-2009 başlıklı enstalasyonu (2011, DVD-loop, 20-30dk.) sanatçının Roman Holocaust’u protokollerine dair bilinmeyen olgular üzerine, ve toplama kamplarında öldürülmüş olan ve başka bir çalışmasını adamış olduğu (Nahoş Bir Toplum) kendi akrabalarının yazgısı üzerine yaptığı derin araştırmalar sırasında topladığı belgelerin kopyalarından ve bir videodan oluşuyor. Bu belgeler (Auschwitz, Dachau, Buchenwald, Sachsenhausen, Mauthausen, Ravensbrück), mahkum listeleri, transfer edilenlerin listeleri, ölçüm kartları, mahkum fotoğrafları (Bundesarchiv, Berlin), sicil dosyaları, polis kayıtları, doğum ve ölüm belgeleri (Graz şehri Federal Polis İdaresi, Kirchstetten Nope cemaati, farklı kiliseler) arşivlerde saklanmış ve tutulmuş olsalar da ulaşılmaları ve edinilmeleri oldukça zor malzemeler. Dolayısıyla sanatçı araştırmaya dayanan çalışma yöntemiyle bu belge yığınını bütün maddi çarpıcılığıyla gözlerimizin önüne yığarak var olan kanıtları görünür kılmaktaydı: Binlerce sayfalık nakil listeleri, mahkum listeleri, cenaze ilanları, personel kartları, gözaltı zabıtları ya da tıbbi deney belgelerine ait kopyalar evlerine götürmeleri ve karanlıkta tutulan bu olayların hatırasını muhafaza etmeleri için izleyiciye sunulmaktaydı.

Marika Schmiedt, What Remains…, 2000-2009, (2011)

Schmiedt’in bu ve bundan önceki, sanatçı (üç ayrı konstantrasyon kampından canlı çıkmayı başarmış, Avusturya’dan Roman bir kadın ressam, müzisyen ve yazar)  Ceija Stojka’ya adanmış Miras (2010-2011) başlıklı çalışması filozof Giorgio Agamben’in sorduğu soruyu getiriyor akla: Bu tür olayların meydana gelmesine izin veren hukuki yapı nedir tam olarak?[15]Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, trans. Daniel Heller-Roazen (Stanford: Stanford University Press, 1998), s. 166 [Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak … Continue reading Tarihsel unutkanlıkla mücadele ederken, sanatçının uzun yıllar boyunca biriktirmiş olduğu belgeler ve sözel tanıklıklar ırkçılığın sürekli geri dönüyor oluşuna ve ”vekâleten tanık”ın [proxy witness] dile getirdiği şüphelere ve çıkışsızlıklara karşı bizi uyarmakta: ”konuşmaya dair bir acziyet [impotentiality] aracılığıyla somutluk kazanan bir potansiyel, […] konuşma olanağı üzerinden kendine varlık edinen bir imkânsızlık” olarak hayatta kalanların tanıklığı…”[16]Giorgio Agamben, Remnants of Auschwitz: The Witness and the Archive, trans. Daniel Heller-Roazen (New York: Zone Books, 1999), s.146 [Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den … Continue reading

Alfred Ullrich’in Çılgın Su Çarkı başlıklı çalışması (video enstelasyon, 18′ 38”) iki ayrı video çalışmasını içinde barındırıyor. Bunlardan ilkinde bir su değirmenine ait çarkın loop‘a alınmış biçimde sürekli döndüğü görülüyor. Çark, Roman bayrağında bulunan çarkı akla getiriyor. Dolayısıyla bu çalışma Roman halkını sürekli dolaşma güdüsü taşıyan, çarksız bir ev içinde yerleşik bir yaşam sürmek konusunda genetik bir yetenek eksikliği bulunan egzotik yaratıklar olarak tanımlayan eski klişe üzerine söz alıyor. Filme alınan su değirmeni Dachau’daki Nazi imha kampının yakınında yer alıyor; dolayısıyla çark ırkçılığın sürekli olarak tekerrür etmesine de göndermede bulunuyor. Yine de tekerrür kusursuz biçimde gerçekleşmiyor ve verilen mesaj bir tür müphemlik içeriyor, çünkü sanatçı ince detaylar yardımıyla sahnenin dönüşmesini sağlıyor ve böylelikle Romanların içinde bulunduğu koşullarda yavaş da olsa yaşanmakta olan değişime işaret ediyor.

Alfred Ullrich, Crazy Water Wheel (2009-2011)

Su çarkının yanında yer alan belgeselde sanatçının, etrafta seyyar kişiler tarafından ticaret ya da işportacılık yapılmasını yasaklayan Landfahrerplatz kein Gewerbe [Seyyarlar için alan, ticaret yasak] yazılı trafik işaretine ilişkin olarak enformel bir biçimde gerçekleştirdiği performans gösteriliyor. Bu tür işaretler Bavyera’da halen kullanılmakta. Sanatçı sokağa yerleştirilmiş işareti üzerinde farklı göstergerler bulunan üç işaret yoluyla  sorgular ve karalarken kayda alınmış: bir soru işareti, bir çarpı işareti ve işaretteki yazı yerine yeni bir terim olarak önerilen Rastplatz [Dinlenme Alanı] kelimesi… Sanatçının bu basit eylemi tarafsız görünen bazı uygulamaların aslında nasıl da Roman seyyahları diğerlerinden ayrıştırdığına, ayrışımın nasıl da dil ve görsel kamusal bellek tarafından ve hatta basit trafik protokolleri tarafından etnisite temelinde tesis edildiğine dikkat çekiyor. İşaretin üzerine çarpı atarak sanatçı, Sasha Huber’in de niyet ettiği gibi, uzun süredir etrafta var oldukları için içselleştirmiş olduğumuz, onlarla birlikte yaşamayı öğrendiğimiz, görsel kültürümüz içinde nasıl da bu kadar rahat biçimde barınabildiklerini sorgulamadığımız ırkçı işaret, isim ve terimlere artık bir son verilmesini sağlamak üzere bir “yeniden adlandırma” önerisinde bulunuyor.

Alfred Ullrich, Dachau, Landfahrerplatz kein Gewerbe (2011)

Ullrich, 13 Mayıs 2000 tarihinde Çek Cumhuriyeti’nde gerçekleştirdiği Domuzdan Önce İnciler başlıklı özgün performansını İkinci Dünya Savaşı sırasında sadece Çekler tarafından işletilmiş olan ve Romanların tutulduğu Lety toplama kampının önüne konumlandırmış ve fotoğraflar aracılığıyla kayda almıştı. Yetmişli yıllardan bu yana bu bölge domuz çiftliği olarak değerlendirilmekteydi. Sanatçı farklı toplama kamplarında hapsedilmiş akrabaları ve diğer Romanların anısına dikilmiş anıtın önünde kızkardeşine ait olan bir kolyenin incilerini çiftliğin kilitli kapısının içinden yere doğru fırlatmıştı.[17]Alan Levy, “The World Has to Know”, Prague Post, 17-23 Mayıs 2000. Sanatçının eylemi ve çalışmanın başlığı Çek hükümetinin, tarihi ve Lety bölgesinin varlığını silerek yeniden yazma uğraşına, toplama kampı ve orada yaşanan dehşete dair kamusal bellekte yer tutmuş her tür izi silmek yönündeki absürt ve rahatsız edici çabasına, olanların üzerini örtmek ve orada acı çekmiş Romanların anısını lekelemek üzere başka bir ”pislik” türüne başvuruyor olmasına işaret etmekte.[18]Bkz. Huub van Baar, The Way Out of Amnesia? Europeanisation and the Recognition of the Roma’s Past and Present”, Third Text cilt. 22, no. 3 (Mayıs 2008): ss. 373-385.

Call the Witness [Tanığı Ara] isimli proje üzerinde çalışırken başlıca amacım hegemonik temsil rejimleri üzerinde olduğu kadar, günümüz dünyasına egemen olan biyopolitik yapılar aracılığıyla bireylere empoze edilen içselleştirilmiş öz-temsil stratejileri üzerinde de bir baskı oluşturmaktı. Şunlara benzer soruların mutlaka sorulması gerekiyor: Temsil araçlarını kimler denetliyor ve egemen kültür ve ahlak ilkelerini yeniden üretme ve yayma erkine sahip olanlar kimler? Ya da daha somut bir örnek ortaya koymak gerekirse; Roman sanatçılar ve genel olarak Romanların kendilerini yönetme haklarına dair aciliyet içeren çağrılarını seslendirme ve kendilerine güç katmak üzere harekete geçmelerini sağlayacak platformu inşa etme özgürlüğü kime aittir?[19]Sanırım burada “Roman” terimi ve kullanımı üzerine bazı açıklamalar gerekiyor. 1971’de Londra yakınındaki Orpinton’da gerçekleşen ilk uluslararası Roman Kongresi’nde … Continue reading

Temsil, aidiyet, kendini özselleştirme ve ırkçılık rejimlerinin içselleştiriliyor olması bir an önce içinden çıkılması gereken tehditkâr bir kısır döngü yaratmakta. Son dönemde pek çok Avrupa ülkesinde Roman vatandaşların toplu biçimde evlerinden edilmeleri, kovulmaları ve sınır dışı edilmeleri gibi vakalara ilişkin aciliyet hissi sayesinde bazı konular zorunlu olarak dile getirildi. Yaşanan neoliberal kapitalist ilerleyişin ve buna eşlik eden ucuz hatta ücretsiz arazi açlığının ışığında bu tür siyasal manevralar hiç de şaşırtıcı gelmemeli.[20]Yasal mülkiyet belgelerine sahip olmadıkları için Romanların onyıllar boyunca üzerinde yaşadıkları araziler ”yasal” olarak temellük edildi ve kalkınma ve mutenaşlaşma -ya da … Continue reading Yaşanmakta olan ağır insan hakları ihlallerine işaret etmek de; geçmişe ait bazı ırkçı bağlamlardan ödünç alınan unsurlarla yeniden-bağlamsallaştırılan güncel ırkçılığın farkında olmak ve onla mücadele etmek amacıyla yeni yöntemler aramak da çok önemli.

Evlerinden edilen, dışarı atılan, gettolaştırılan, hapsedilen, savaş mültecisi olan ya da özgür olmasına rağmen marjinalleştirilmiş Romanlar bahsi geçen projelerde söz alan özneler konumundalar: Roman sanatçının öznelliği burada tanık niteliğinde ve konuşamayanlar için konuşmakta.[21]Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar. Bu konuda en çok sorulması gereken sorulardan biri, toplumsal ve siyasal işlevlerin filozof Julia Kristeva’nın tanımıyla daha en baştan ”gönderge ile simgesel arasındaki yarık tarafından işaretlenmiş” olduğu (konuşan öznelerin imha ve tahribatın ağır yükünü taşıyan geçmiş ile henüz belirginlik kazanmamış gelecek arasında bölündüğü) bir ortamda, Avrupa’nın yeni oluşmuş olan Roman öznelliklerle nasıl bir müzakereye gireceği sorusudur.

Agamben’in ”kurban edilebilme hakkı” olarak tanımladığı şey bugünkü meseleye tam olarak karşılık gelmiyor: Bahsedilmesi gereken şey daha ziyade etnisite, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsiyet ve kültürel formasyon farkı gözetilmeksizin, çoğunlukla aynı zeminde yaşama hakkıdır.[22]Suzana Milevska, “The Eternal Recurrence of Racism – Some reflections on the return of racism in European culture”, springerin cilt. XV, no. 4 (Sonbahar 2009): ss. 25-29. Irkçılığın aşılması (siyasal coğrafyacı Arun Saldanha’nın savunduğu gibi)[23]Saldanha, s. 24. ya da temsilin miras alınmış bütün kontürlerinin ve tonlarının ortaya dökülmesi mümkün olmasa bile insan, adaletsizlik ve ayrımcılık karşısında kendi tanıklığını dile dökme; farklı kılıklara girmiş bütün yeni ırkçılık vakalarını deşifre etme ve sarsma, yüksek sesle kınama; ve farklılık, yan yana yaşayabilme, birlikte var olabilme [compossibility] içinde dayanışmayı olumlayan radikal eylem olasılıklarını değerlendirme sorumluluğunu üstlenebilmeli.[24]“Compossibility” kavramı Gilles Deleuze tarafından geliştirildi; bkz. Gilles Deleuze, The Logic of Sense, çev. Mark Lester, der. Constantin V. Boundas (New York: Continuum, … Continue reading

Sömürge-sonrası kuramın önemli isimlerinden Paul Gilroy şunu öneriyor:

[…] ırkçılık karşısında iyi bir iş çıkarabilmek için bir kategori olarak ırkın doğasına dair bazı ontolojik varsayımların reddedilmesi gerekir -ki bu varsayımlar benim görüşüme göre siyasal dayanışma fikrini ucuzlatmışlardır çünkü dayanışmanın bir şekilde otomatik olarak tesis edileceğini, dayanışmanın kendini gözeteceğini savunurlar. Ama dayanışmanın -sizin inandığınızı düşündüğüm gibi- kendini gözetmediğine ve bu dayanışmayı üretmemiz için yapmamız gereken çok şey olduğuna inanıyorum.[25]Gilroy, “Kozmopolitizm, Siyahlık ve Ütopya”.

Ne yazık ki güncel sanat sahnesi henüz farklı ortamlardan gelen güncel sanatçıları kabul etmeye hazır değil ve bahsi geçen konuları genellikle halihazırda kabul görmüş ve sanat ortamının çoğunluğu tarafından konuşulan dile aşina sanatçıların tanıdık seslerinden dinlemeyi tercih etmekte. Bu yüzden şu soruyla bitiriyorum metni: kaç tane Roman sanatçıyı ismen tanıyorsunuz?

Suzana Millevska

İngilizceden çeviren: Erden Kosova



Referanslar

Referanslar
12008-2010: The Renaming Machine [Yeniden Adlandırma Makinası] başlıklı bir dizi sergi, konferans ve seminer, Lübliyana, Üsküp, Zagreb, Viyana; 2010: Call the Witness [Tanığı Ara, küratör olarak], BAK, Utrecht; Roman Pavyonu [başlığın ve başlangıçtaki fikrin oluşturucusu, araştırmacısı ve çalışanı olarak] 54. Venedik Bienali; Roman Protokolü [küratör olarak] Viyana Parlamentosu.
2Burada benzer ifadelere tanık olduğum bazı tartışmalara göndermede bulunuyorum; örneğin 2004 yılında Lübliyana’da Kadınlar Şehri Festivali konferansındaki bir tartışma geliyor aklıma. Panelistlerden Nirmal Purwal ve Ajalika Sagar’a (Otolith Group) ırkçılık üzerine fazla konuştukları için izleyiciler arasından saldıranlar olmuştu.
3Ne var ki, Paul Gilroy başka bir tehlikeye, ”aynılık” üzerine temellenen bir özdeleşime dikkat çekmekteydi. Tommy Shelby ile yaptığı bir söyleşide Gilroy ırksal kimliği şöyle yorumluyordu: ”Her zaman için kimlik kavramının içindekileri ciddi bir şekilde ortaya dökmeye çalıştım. Siz ırksal kimlikten bahis açtığınızda ben bunu derhal üç parçaya ayırıyorum kafamda: aynılık sorusu var burada; dayanışma sorusu var -ki buna daha önce değinmiştik; ve öznellik sorusu var. Yani kimlik kavramının içindekileri genellikle bu kavram içine yığılagelen en azından üç ayrı soruya bölerek ortaya dökmek mümkün.” “Kozmopolitizm, Siyahlık ve Ütopya”, Tommie Shelby’nin Paul Gilroy ile söyleşisi, Transition – An International Review, W. E. B. Du Enstitüsü, 18 Temmuz 2009.
4“Minorities, Race, and Genomics”, Human Genome Project Information, 15 Temmuz 2009, http://www.ornl.gov/sci/techresources/Human_Genome/elsi/minorities.shtml.
5Paul Gilroy, There Ain’t No Black in Union Jack: The Cultural Politics of Race and Nation (Chicago: Chicago University, 1991), ss. 11-12.
6Burada özellikle son yıllarda Romanlar üzerinde uygulandığına tanık olduğumuz şiddet vakalarını ve Fransa, Romanya, Macaristan, İtalya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya gibi ülkelerde yaşanan yerinden etme, sınır dışı etme, vatandaşlıktan çıkartma örneklerini kastediyorum.
7Bkz. Arun Saldanha, “Reontologising race: the machinic geography of phenotype”, Environment and Planning DSociety and Space cilt: 24, no: 1 (2006): ss. 9-24.
8“Slovak nationalist wants separate state for Roma minority”, 20 Eylül 2011; AFP ajansı kaynaklı haber için bkz. http://aj-rromale.tumblr.com/post/10482184202/slovak-nationalist-wants-separate-state-for-roma.
9Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism (New York: Meridian Books, 1962), pp. 503-4 [Totaliterizmin Kaynakları 2, Emperyalizm (İstanbul: İletişim Yayınları, 1998)]. Arendt tarafından incelenmiş olan emparyalizm ile ırkçılık arasındaki ilişkinin David Harvey tarafından kullanılan ”mülksüzleştirerek birikim” ifadesi aracılığıyla daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum; “The ‘New’ Imperialism: Accumulation by Dispossession”, der. Leo Pantich ve Colin Leys, Socialist Register 2004: The New Imperial Challenge içinde [Londra: Merlin Press, 2003].
10 Kyle Cassidy, “A Mountain, By Any Other Name, Would Reak Less of Racism”, Wendmag, yükleme tarihi 5 Ekim 2008, http://www.wendmag.com/blog/2008/10/05/a-mountain-by-any-other-name-would-reak-less-of-prolific-racism.
11Wikipedia‘ya göre Agassiz’in adını taşıyan bazı yerler var: Agassiz Buzulu ve Agassiz Çayı, Montana, ABD; Agassiz adlı küçük bir cemaat, British Columbia’daki Fraser Vadisi, ABD; Agassiz Dağı, Kaliforniya’da 4236 metre yüksekliğinde bir dağ; Lac qui Parle County’deki Agassiz İlçesi, Minnesota, ABD; Agassiz Tepesi, 3766 metrelik yükseliğiyle Arizona’nın en yüksek ikinci dağı; Agassiz Gölü, ABD; Kaliforniya’daki Palisades Kayalıkları’nda Agassiz Tepesi; Utah’daki Uinta Dağlarında yer alan Agassiz Dağı; Arizona’daki Agassiz Zirvesi; ve bunlara ek olarak aynı adı taşıyan bazı hayvan türleri: Apistogramma agassizi [Agassiz’nin cüce ciklet balığı], Isocapnia agassizi [Agassiz kar sineği], ve Gopherus agassizii [çöl kaplumbağası].
12“Louis Agassiz vom Sockel holen und dem Sklaven Renty die Würde zurückgeben”, Die Bundesversammlung – Das Schweizer Parlament, 14 Eylül 2009, erişim tarihi 10 Ocak 2009, http://www.parlament.ch/d/cv-geschaefte?gesch_id=20073486.
13Georg Friedrich Hegel, Tinin Fenomenolojisi, alıntılayan Susan Buck-Morss, “Hegel ve Haiti”, Critical Inquiry cilt. 26, no: 4 (Yaz 2000): s. 849.
14Sasha Huber’in kayda aldığı performans 2008 Ağustosu’nda Agassizhorn’a yaptığı helikopter uçuşu ve zirve üzerine yaptığı başarılı iniş sonrasında Renty’nin adını taşıyan bir plaketi oraya yerleştirmesi üzerine kurulmuştu.
15Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, trans. Daniel Heller-Roazen (Stanford: Stanford University Press, 1998), s. 166 [Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (Ayrıntı Yayınları, 2001)].
16Giorgio Agamben, Remnants of Auschwitz: The Witness and the Archive, trans. Daniel Heller-Roazen (New York: Zone Books, 1999), s.146 [Tanık ve Arşiv: Auschwitz’den Artakalanlar (Dipnot Yayınları2010)].
17Alan Levy, “The World Has to Know”, Prague Post, 17-23 Mayıs 2000.
18Bkz. Huub van Baar, The Way Out of Amnesia? Europeanisation and the Recognition of the Roma’s Past and Present”, Third Text cilt. 22, no. 3 (Mayıs 2008): ss. 373-385.
19Sanırım burada “Roman” terimi ve kullanımı üzerine bazı açıklamalar gerekiyor. 1971’de Londra yakınındaki Orpinton’da gerçekleşen ilk uluslararası Roman Kongresi’nde aşağılayıcı tonlar içeren “Çingene” [Gypsy] ya da  “Çigan” [Tzigani] kelimeleri yerine bu terimin kullanılmasına karar verilmişti. Bugün terim farklı Roman camaatlerinin farklı isimler arasında kendilerini tanımlamak için kullandıkları toparlayıcı terim olarak işlev görüyor -yine de eklemek lazım ki, bazı cemaatler bu terimi kabul etmiyor.
20Yasal mülkiyet belgelerine sahip olmadıkları için Romanların onyıllar boyunca üzerinde yaşadıkları araziler ”yasal” olarak temellük edildi ve kalkınma ve mutenaşlaşma -ya da neoliberal terminolojiyle ”kentsel dönüşüm”- için elde edilebilir hale getirildi. Filozof Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları‘nda ırkçı ideolojinin yabancı bölgelere yönelik emperyalist fetih hareketleri ve bunlara eşlik eden hükümranlık edimlerinin meşrulaştırılmasına yardım ettiğine dair ifadelerine benzer biçimde, ırkçı taşkınlıklar ve ayaklanmalar bu süreci kolaylaştırmakta.
21Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar.
22Suzana Milevska, “The Eternal Recurrence of Racism – Some reflections on the return of racism in European culture”, springerin cilt. XV, no. 4 (Sonbahar 2009): ss. 25-29.
23Saldanha, s. 24.
24Compossibility” kavramı Gilles Deleuze tarafından geliştirildi; bkz. Gilles Deleuze, The Logic of Sense, çev. Mark Lester, der. Constantin V. Boundas (New York: Continuum, 2004), s. 373.
25Gilroy, “Kozmopolitizm, Siyahlık ve Ütopya”.
En son makaleler
Balca Ergener, Asena Günal, Erden Kosova

Pelin Demireli, Neşe Ozan ve İlhan Sayın ile Sulukulelilerle Dayanışma Çalışmaları Üzerine bir Söyleşi

Sulukule yıkıldıktan sonra da oradaki insanlarla dayanışmayı sürdüren Neşe Ozan, Pelin Demireli ve İlhan Sayın'la kentsel dönüşüm mağduru yoksul bir toplulukla çalışmayı, o topluluğun ihtiyaçlarını, devletle olan ilişkilerini, devletin onlara bakışını ve ortak üretimi konuştuk.

Erbay Yucak ile Bir Umut Derneği Üzerine Söyleşi

Biz 1999 Marmara Depremi'nden önce bu tür dayanışma çabaları içinde olan tek tek insanlardık. Böyle bir dayanışma pratiğini dernek, vakıf ya da başka bir inisiyatif olarak sürdürmek konusunda ufak tefek girişimlerimiz vardı.

Haydar Darıcı

Şiddet ve Özgürlük: Kürt Çocuklarının Siyaseti – Bölüm II

Şüphesiz şiddet hikâyelerinin sürekli olarak anlatılması şehir hayatındaki deneyimlerle ilgili. Zorunlu göç mağdurları açık bir devlet şiddetine maruz kaldılar.

Haydar Darıcı

Şiddet ve Özgürlük: Kürt Çocuklarının Siyaseti – Bölüm I

Bu yazıda çoğunlukla zorunlu göç mağdurlarının yaşadığı Adana'nın Gündoğan Mahallesi'ndeki Kürt çocuklarının şiddet ve özgürlük deneyimleri analiz edilmektedir.

Meltem Ahıska, Zafer Yenal

“Çıplak Hayat” ve “Politik Olan” Arasında Yoksulluk ve Yurttaşlık: İstanbul Kavakpınar Vakası

Bu çalışmanın konusu "yoksulluğun" politik, pratik ve kavramsal yönleri ve bunların Türkiye'deki "yurttaşlık" tartışmalarıyla ilgili içerimleridir.

Vladan Jeremić, Rena Rädle

Avrupa’da Çingene Düşmanlığı ve Sınıfsal Irkçılık

Romanlar, yüzyıllara uzanan göç tarihleri boyunca defalarca baskıya maruz kaldılar. Avrupa ülkeleri on beşinci yüzyılın ortalarında göçmen halklara (yani göçebelere, gezginlere) karşı kanunlar çıkarmaya başladı.

Eduard Freudmann, Ivana Marjanović

Çirkinkent: Avrupa’daki Roman Karşıtlığına Reddiye

Temmuz 2008 ila Temmuz 2009 tarihleri arasında, Roma Decade kuruluşunun dönem başkanlığını Sırbistan yürüttü. Haliyle Sırbistan'ın bu yıl boyunca, Romanların maruz kaldığı ayrımcılığı gidermek için ve bölgede yüzyıllardır süren Roman karşıtlığının etkilerini azaltmak için ciddi çaba sarf etmesi beklenirdi.

Meltem Ahıska

Hatırlayan Ucubeler: Tophane’deki İşçi Anıtının Hikâyesinin İzini Sürmek – Bölüm III

Önceki kısımdan hareketle, Türkiye'nin ucubelere dönüşen heykellerine dair mevcut tartışmanın, 1920'lerden beri ülkenin her yerine Atatürk heykeli diken devlet pratiği sahasından ayrı tutulamayacağını düşünüyorum.

Meltem Ahıska

Hatırlayan Ucubeler: Tophane’deki İşçi Anıtının Hikâyesinin İzini Sürmek – Bölüm II

Yapay-doğal kavramının modern devletin hafızaya emredişini ya da emretme teşebbüslerini anlamada aydınlatıcı olduğu görüşündeyim.

Meltem Ahıska

Hatırlayan Ucubeler: Tophane’deki İşçi Anıtının Hikâyesinin İzini Sürmek – Bölüm I

Anıtlar hatırlama istencinin vücud bulması iddiasıyla dikilmişseler de, paradoksal bir biçimde çoğu zaman şimdiyi gerçekleştirilmiş bir varış ânı olarak şeyleştirmeye hizmet edip, şimdide geçmişi yeniden bulma ve hatırlama ihtiyacını etkisiz hale getirmişlerdir.

Ha Za Vu Zu, Yeni Sinemacılar

Yedinci Adam

Bu proje, Ha Za Vu ZU ve Yeni Sinemacılar ile birlikte gerçekleştirilmiştir.

Jelena Vesić

Yeni Partizanlar Arayın: ‘Partisan Songspiel. Belgrade Story’ Adlı Videonun Yaratıcıları ile Söyleşi

Partisan Songspiel. Belgrade Story [Müzikli Oyun Partizan. Belgrad Hikâyesi] adlı videonun yaratıcıları Chto Delat (Dmitry Vilensky) ve Biro Belgrade (Vladan Jeremić & Rena Rädle) ile, sanatın dil, form, temsil, katılım ve doğrudan eylem yoluyla politikleşmesi meselesi üzerinden güncel faşizm karşıtı mücadeleler, partikülarist politikalar ve tarihsel bilinç hakkında konuştuk.

Angela Harutyunyan

Mesele Kültürel Politikalara Dönüştüğünde: Onuncu Sharjah Bienali’nde Liberalizmin Tuzakları

Kültürel politikaların kalbinde adlandırma eylemi yatıyor. Aslında kültürel politikaların kendisinin bir dil müzakeresinden, kavramların saptanmasından, çerçevelerin inşasından ve aynı zamanda neyin dahil edileceğine, neyin söylemin dışında bırakılacağına dair sınırların çizilmesinden ibaret olduğu da söylenebilir.

Banu Karaca

İş Başa Düşünce…: Tophane Olaylarının Ardından Hassasiyet ve Sorumluluk Üzerine Sorular

21 Eylül 2010 gecesi, Tophane Art Walk adı altında düzenlenen, çoğunluğu İstanbul'un Boğazkesen Caddesi'nde gerçekleşecek bir dizi serginin ortak açılış etkinliği, yaz tatilinin ardından sanat sezonunun başlangıcına damgasını vurdu. Akşam 8'i biraz geçe 20 ila 40 kişilik bir güruh bir bir galerilere ve ziyaretçilerine saldırmaya başladı; saldırıların devam ettiği yarım saat, belki de daha uzun bir süre boyunca polisin herhangi bir müdahalesiyle karşılaşmadılar.

Yaşar Adnan Adanalı

Neoliberal Ütopya Olarak Mekânsız Mekânlar: Soylulaştırılan İstiklal Caddesi ve Ticarileştirilen Kent Mekânları

Bugün İstanbul, dünyada en çok yabancı ziyaretçinin geldiği ve uluslararası toplantının gerçekleştirildiği yedinci, en çok dolar milyarderinin yaşadığı beşinci şehir konumunda.

Deniz Yonucu

Kapitalizm, Umutsuzluk ve Aciliyet

Türkiye’de gecekonduların kentli elitler tarafından kentin gelişmesinin önündeki en büyük engel olarak görüldüğü, gecekonduluların ve dolayısıyla kentin işçi sınıfının “geri kalmış” köylüler olarak görüldüğü yıllarda, hem Hasköylü hem de Güzeltepeli işçiler, işçi sınıfı kimliği üzerinden saygın bir pozisyon kazanmışlardır.

Oda Projesi, Erdoğan Yıldız

Kültürel Aracılar ve Olası Etkileri Üzerine

28 yıldır İstanbul'da Gülsuyu-Gülensu Mahallesi'nin sakini olan ve çeşitli kentsel muhalefet hareketleri içinde sosyal ve siyasal pratiklerde bulunmuş olan Erdoğan Yıldız ile, 2009-2010 döneminde yine aynı mahallede Kültürel Aracılar adlı proje içinde çalışmalarda bulunmuş olan Oda Projesi üyelerinin ortak deneyimlerini değerlendirdikleri söyleşiyi sunuyoruz.

Red Thread Editorial Board Red Thread Editorial Board

Sayı 3 – Editörün notu

Red Thread e-dergisinin üçüncü sayısında, derginin başlangıcından itibaren odaklandığı bölgeden gelen eleştirel vaka incelemeleri, denemeler ve görüşmeler yer alıyor. Bu metinlerde ekonomik, toplumsal ve politik açılardan “dezavantajlı” sayılan sosyallikler tarafından geliştirilen değişik mücadele biçimleri, ve sanatsal ve aktivist pratiklerin bu topluluklarla kurduğu çetrefil ve genellikle karmaşık ilişki tartışılıyor.